21 Mart 2012 Çarşamba

'Gündelik Yaşamın Kültürolojisi' Kitabı

İÇİNDEKİLER

Önsöz

Önbilgiler

2000

Gündelik Yaşamın Kültürolojisi

2001

Ekonomik Kriz
Fenere Endeksli Piyasa
Yeni Bir İntihar Dalgası Geliyor
Bolluk Yılları Kıtlık Yılları
Zengin ve Yoksul
Ünlüler
Kaç Tinerci Bir Hitler Eder?
Borsa Terördür
Yeni Twiggy Salgını
Değişen Türk Mutfağı
Burjuvazinin Ölümcül Ayırtsızlıkları
Tüketim Çılgınlığı Sürecinde, Toplumsal Görüngü Momentleri ve Kültürolojileri
Popüler Kültür Üzerine Çeşitlemeler

2002

Ayrallar ve Ayrallar
Demokrasinin Talanı

2003

Eurovision : Alaturka Kitlesel Histeri
Günümüzün Global Kültürolojisinde Momentler
Dünya Eğlence Sektörü 2002

2004

Türkiye’nin Borç Yükü : 1
İstihdam ve Yatırım

2005

Dünyada Laiklik
İstanbul’un Kaosunu Korumak
Değişimin Devimselleri
Kişisel Harcamalarım 2005 ve Türkiyeliler’in Harcamaları 2004
Fransa’daki Olaylar Neyi Gösteriyor?

2006

Türkiye’de Gazete Tirajları
Muhammed Karikatürleri
1 Evde 1 Kişi Yaşamak
25 Yıllık İsraf
Marka Terördür
Lümpen Kültürel Kimlik
Tornistan Bir Çingene Öyküsü
Türkistanlı Bir Özbek
İstanbul Sokakları
Altyapı Olarak Gündelik Yaşamın Kültürolojisi ve Üstyapı Olarak     Bilim-Düşün-Sanat
İstanbul ve Suç
Marka Tüketiminin Değişmesi
‘Freeganism’
Gündelik Yaşamda Davranışın Töreleşmesi : Mutfak
Gündelik Yaşamın Standartlaşması
Kasımpaşa’da Altkültürler
Sınıf Atlamak
Oyun Kuramında Davranış Nitelikleri
Teknolojiye Karşı Kitlenin Tutum ve Davranışı
Liberalizm Kazığı
Son Yüzyılda Boş Zaman : 1
Ne Kadar Boş Zaman, Ne Kadar İş?
Bakış Açısı Göreliği : Emin Çölaşan’ın Kahramanı
Yardımseverlik
Son Yüzyılda Boş Zaman : 2
Boş Zaman ve Deha
Boş Zaman ve Keyif
Kişisel Harcamalar 2001-2006
Sibernetik Kültürolojinin İlkeleri
Boş Zamanı Öldürmek
Türkiye’de Lüks Eğlence Sektörü 2005
Dünya’da ve Türkiye’de Kitap Okuma
Kasımpaşa Semt Pazarı
Lümpen Burjuvalaşma
Türkiye Halkının Neresindeyim?
Futbol Gazetelerinin Geleceği
Kasımpaşa: 0 - Diyarbakırspor: 1
1 Kadın ve 1 Erkek
Gündelik Yaşamım
İnsanlar Liberalizme Neden Teslim Olurlar?
Türkiye’de Konut Durumu 2006
Papa ve Ben
Dershaneler
Kasımpaşa Çingene Pazarı

2007

Dolapdere Çingene Pazarı
Burjuva Yaşamı Gerçekten Tekdüze mi?
Üçüncü Bahar Faşizmi ya da Neo-Gerontokrasi
Faşizm Nasıl Yerleşir?
Eve Kapanmak
Gazete İnternet Tirajları İçin Bir Saptama
Ülkelik Üzerine
Komprador Sınıfının İç Çelişkileri
İnsan Haklarının Lümpenleşmesi
Pazar ve Market
Sivil Toplum Örgütlerinin Geleceği
Evkadını ve Everkeği
Hikikomori
Tüketim Çılgınlığı
Hastaneler 1: Şişli Etfal
Hastaneler 2: Acıbadem Marmara
Dünya Borsaları
İdamlık Suçlar
Gidenler

Olası Başlıklar

Olası Ekler

Murdoch’un Kültür Şeması
Murdoch Etnoloji Sınıflandırması
Kültürologlar (Okullar ve Kişiler)
Karşılaştırmalı / Disiplinlerarası / Çokdisiplinli Kültüroloji


ÖNSÖZ

Bu proje 1994 yılından beridir var.

Kültürel altyapı olan gündelik yaşam, Benjamin’in imlediği gibi, bir kültürün momentlerini, kültürel üstyapı olan sanat, bilim ve düşün denli açıkseçik veren göstergelere sahiptir. (Bunun arkeolojisi Huizinga’nın ‘Oyun’ kitabında mevcuttur.)

Gündelik yaşam sıradan insanların diliyle de yazılabilir. İstanbul Mektupları böylesi bir derlemedir.

Gündelik Yaşamın Kültürolojisi ise, serseri-entellektüel kırması bir insanın, yani benim yaşadıklarını, gözlediklerini dilegetirmesi olarak okunmalı.

Bunların dışında özellikle gecekondu yaşamı üzerine geniş akademik alan araştırmaları var, hem de 50 yıllık bir zaman aralığına yayılmış olarak.

Dolayısıyla hepsi de aynı olgunun, değişik kamera konumlarıyla ve merceklerle gösterilişidir.

8 yıl 1 cilt ettiğine göre, bu konuda 3-4 cilt daha yazılabilecek demektir.

(Haziran 2006)

ÖNBİLGİLER

Metinler yazılış tarihi sıralarıyla verildi.

Herhangi bir kavramsal çerçeve kullanılmadı.

Gazetelerde gündemde öne çıkmış konularda yazmak daha çok yeğlendi.

Önemsiz bulunan konularda (örneğin sahte olduğunu düşündüğüm, AB’ye girme isteğini % 70-80 gösteren anketler hakkında) yazmak özellikle yeğlenmedi.

(2006)

  •  

100 MAKALE İÇİN SINIFLANDIRMA

Ekonomi
Moda, giysi
Gıda, yemek, içki
Barınak
Futbol, popüler kültür
Sınıflar, kesimler, meslekler
Mekanlar
Törenler
Eşyalar

2000

GÜNDELİK YAŞAMIN KÜLTÜROLOJİSİ

Son yıllarda giderek aklıma takılan, yanıtından pek emin olmadığım bir soru var: Türkiye vatandaşı, üniversite mezunu, çalışan, genç kadınların yüzündeki ifade neden öyle? Hoşnutsuzluk, yellozluk, doyumsuzluk, ne istediğini bilmeme… En önemlisi, ruhsuzluk, libidosuzluk, yaşama sevinçsizliği, hafif bir ‘bir türlü gelmeyen beyaz atlı prens’ beklentisi…

Kadınların toplumsal konumunun ayırdındayım. Tuhaf olan, durumu çok daha kötü olanların çok daha memnun durumda olmaları. ‘Eskiden boşanma yoktu, çünkü düşünülemez bir şeydi’ gibi…

Acaba kendilerince erkeklerden intikam mı alıyorlar? Ya da annelerinden?

Değişen kültürün ve iki ayrı dünyanın çatışmasının içindeler. Gerçek ‘çalışan kadın’ kuşağı yeni oluşuyor. Batı’dan da kopya çekilemiyor.

Bir çözüm bulmak mı imkansız, yoksa var olan çözümcükleri bile bile mi yadsıyorlar?

Kadınlarımın hepsi böyleydi. Benden aldıkları libidoyu kendilerinin zannederlerdi. Sonra da kafa üstü çakılır giderlerdi.

Dişicikler, gençliklerinin ışıması bitene kadar, hallerinden pek hoşnutlar. Sonra sonra erkekler piyasadan çekilince, ruh buzullaşması dönemi başlıyor.

İnanılmaz olan, başka her konuda ‘n’ çeşit ayrallık mevcutken, bu konuda blok standartın oluşmuşluğu.

Bu da sürdürülesi bir konu.

(8 Aralık 2000)

2001

EKONOMİK KRİZ

Son bir haftadır Türkiye, hem iktisadi, hem de siyasal bir kriz yaşamakta… Temel neden, iktidar seçkinlerinin birbirlerine karşı güç gösterisine kalkışmaları ama bunu da becerememeleri…

Fatura, her zamankince halka çıktı.

Dolar, bir günde % 50 değer kazandı ama zaman içinde ulaşılan denge doları asıl değerine geri taşıdı. Çiller’in yaratığı krizden farklı olarak, bunda dengeye çabuk geri dönüldü. Onda altı ay sürmüştü, bunda altı gün sürmez.

Kriz, beni birkaç gün nakitsiz bıraktı, çünkü Ziraat Bankası vadesi gelen paraları ödemedi. Para bugün Akbank’tan çekildi.

Faizler % 80-100 arasında, enflasyon şimdilik % 50’yi ancak bulur. Ardından, reel faizler yine % 100’lere zıplar, çünkü kimsede nakit yok.

’94 krizinde aç kalmıştım. 7 yıl geçmiş. Zaten bunun 6 yılı kilo almakla geçmişti. Şimdi bana giren çıkan yok.

Türkiye’nin üretimini arttırması gerekli. Satacak / ihraç edecek malın / hizmetin olmadan, bu bataktan çıkamazsın. Özal’dan beridir, yani 18 yıldır bu ülke cepten yiyor. Dünkü Radikal’de, 300 milyar dolarlık, yalnızca son 10 yıllık ve ithalatı hesaba katmadan yapılmış zararda bir hesap-bilanço vardı. Eee? Nereye kadar? 1982’de Bakırköy’e giden  banliyö treninde bir sarhoş, ‘savaş çıksın, ölen ölsün, sağ kalan doysun’ dediydi. 3 gün önce Kuştepe’de bir kuruyemişçi benzeri şeyler söyledi son 7 yıldır ben de aynısını düşünüyorum. Ortalık Tarantino filmine dönecek.

Biyografi-m ve tarihçe-m…

Berbat…

Yaratıcılık görkemli…

Hangisi yeğdir?

(26 Şubat 2001)

FENERE ENDEKSLİ PİYASA

Mayıs başında serin ve bulutlu bir sabah bir çay ocağında oturmuş, çay ve gazete eşliğinde güne intikal etmeye debeleniyordum. Depreşik havaların depresifliği, akşamdan kalmalıkla birleşince, gayet nahoş bir artetki bırakıyor. O nedenle, yanımdaki iki lümpen proleteryanın muhabbeti beynimde çınlıyordu. Mecburen, okumadan dinlemeye geçtim.

Fener’in Galatasaray’i yendiği haftasonunun ertesindeydik. Ligin tamamlanmasına üç hafta kalmıştı ve iki takımın puanları eşitti. Fener’in averajı, Gassaray’ınkinin yalnızca bir üstündeydi. Yıllar öncesinin menşur ‘8-0’lık Ankaragücü şikesinin anımsatılmasından başlandı, Fener’in nasıl olup da son 5 maçta bu kadar puan yitirdiğine geçildi (ki matematik ordinaryüs profesörü gibiydiler), sonunda son maçlarda avantajın Fener’de olduğuna vardılar. Anlaşılacağı üzere Fener’liydiler.

De sonrası muazzamdı.

Fener’in şampiyon olmasının piyasayı nasıl açacağını, işlerin nasıl düzeleceğini, birbirlerine ballandıra ballandıra anlattılar. Hesapça Fener, şampiyon olunca kesenin ağzını açacaktı. İnsanlar, Fener malzemeleri (tişört, atkı, vb) alacaktı. O ona, o ona derken, paralar dönecekti.

Dümura uğradım.

Utanmasalar; borsa patlayacak, yirmi milyon turist gelecek, ihracat ithalatı geçecek, dış borçlar sıfırlanacak, diyeceklerdi. Belki de demişlerdir, nereden bileyim? Çayımı yarım bırakıp mekandan tüydüm. Halkımızın, ‘üç tanesini sallandır bak, bir daha yapıyorlar mı?’lı ‘berber-parti-ekonomi’ şeytan üçgeninden, burayaki dikey geçişini ben bir yerlerde kaçırmışım. O kadar da, on beş yıldır günün on iki saatı boyunca,  sokak yaşlısı kaldırım mühendisliği stajımız var.

Bu akılları, onlara verse verse, başkan Yıldırım vermiştir. En iyisi, Derviş’in yerine onu geçirelim. Yanlış anlaşılmasın, ‘ona’ demedim. Zaten, uyuşturucu kaçakcılığı sabıkalısı Ali Şen’in başkanlığını alkışlayanlar, ‘bana’, pardon kültürümüze yeterince geçirmiş durumdalar. Hele hele, bir zamanların İstanbul Rumları’nın takımı olan Fener’in, kuçu kuçu faşistlerinin eline düşmesi, herkese giren, yeterince büyük bir kazıktı.

Yani şimdi, Fener’in şampiyonluğuna ilişkin neler hissettiğimi, ayrıca söylemem gerekmiyor değil mi?

Ha, ben mi? Ben takım tutmam. Hayatımda hiç maça da gitmedim. Ayrıca, lümpen entelejensiyanın üçüncü milenyumda durup dururkene, futbolu keşfedivermelerine de acjayip gıcığım.

(9 Mayıs 2001)


YENİ BİR İNTİHAR SALGINI, PARDON YENİ BİR CUMHURİYET GELİYOR

Niyazi Berkes, özyaşamöyküsünde çok ilginç bir saptamada bulunur: Atatürk devrimleri başlayınca, gençler arasında bir intihar salgını da başlar. Milli eğitim bakanlığı mensupları, durumu kavrayabilmek için araştırma komisyonları kurarlar. Bir sonuç alamazlar.

Stephan Zweig, Alman Yahudisi bir yazardır. 2. Dünya Savaşı başlarken Güney Amerika’ya kaçar. Orada karısıyla birlikte intihar eder. Ölmeden önce yazdığı notta şunu söyler: Yarının dünyasında benim yerim yok. O, kendini Marcel Proust gibi 19. Yüzyıl dünyasına ait hisseder.

1960 darbesinden beridir, bir ‘2. Cumhuriyet’ kavgasıdır sürüp gidiyor. 1. Cumhuriyet bitmesine kuşkusuz bitmişti de, çok daha önce, Atatürk’ün ölüm yılı olan 1938’de… Ondan sonra 1950 DP süreksizliği, 1960-1971-1980 askeri darbe süreksizlikleri oldu. 1990’larda, özellikle yeni osmanlıcı yeni jönktürklerin büyük bir tat alarak sürdürdükleri konu bu: 2. Cumhuriyet ne zaman kurulacak?

Bu tartışmanın kaynağı olan Fransa, 1789’dan beridir 5 cumhuriyet gömmüş durumda. Araya krallıklar, terör dönemleri, faşizm şu bu girdi. Şu an 6. Cumhuriyet’i sürdürüyorlar. Avrupa Birliği’ne girmişlikleri, hele hele egemen devletin alamet-i farikası sayılan, ulusal para birimini 2002’den başlayarak tümüyle terkedeceklikleri gözönüne alınırsa, artık orada ‘cumhuriyet’ diye birşeyin kalmayabileceği de akla geliyor.

Yeni dönem gelirken, genellikle eski döneme eziyet eder. Tüm hataları ona yükler, zekat keçisi kurbanlar bulup onları cezalandırır. Bizim 1. Cumhuriyet de, İstiklal Mahkemeleri ile konuyu sürdürmüştü. Darbelerin MGK’leri, DGM’leri, OHAL’leri, sıkıyönetim mahkemeleri, şunları bunları hala ortada…

Kitle ise, değişim rüzgarlari hızlı eserken kıblesini şaşırıp genellikle binamaz kalır. Bundan entellektüeller de nasibini alır. Kime ve neye bağlanacaklarını şaşırırlar. Siz, Yalçın Küçük’ün Aydınlık’ta yazabileceğini hiç  tasavvur eder miydiniz? Ben edemedim. Öğrenince dümura uğradım.

Bizim kültürde intihar bir türlü yer edinemedi. Yeni yeni, o da Güneydoğu karabasanında kendilerine ölümden başka hiçbir hak tanınmayan gençkızlar arasında intihar moda oldu. Bizimkiler, daha çok polis faili meçhulu ile 141-142 mahkumiyeti arasında bir çeşit intiharı severler.

Bu kez 21. Yüzyıl sert vuracak. ‘U’ ve ‘o’ dönüşler artık kimseyi kurtarmayacak. Özellikle gençler, tarihin değişim rüzgarları kendilerine tur bindirirken, bir bakacaklar ki mortu çekmişler.

Evet, yeni bir intihar dalgası ve yeni bir cumhuriyet birarada gelmekte… Cümlemize hayırlı uğurlu olsun.

(24 Mayıs 2001)


BOLLUK YILLARI, KITLIK YILLARI

Özal’ın 1980’lerde getirdiği sanal / zahiri bolluk yılları bitti. Borca 500 milyar dolar harcadık. Şimdi 2000’li yıllarda ödeme zamanı…

Da herkes ağlak yapıyor. Sanki ithal araba alan ilkokul öğretmeni onlar değil, sanki 5 kredi kartına borçlanan kapıcı onlar değil…

Rivayet o ki Yusuf peygamber bolluk yıllarını, üretim fazlası tahılı ambarlarda saklayarak geçirmiş. Kıtlık yıllarında ise, dayanabildiği denli, elini sıkarak dayanmış.

Bizim alaturka peygamberler ne yapmış? Üretmeden tüketmiş. Saça döke harcamış. Beş yıldızlı otelde dolar yağmurunu naklen vermiş. Paris markalı ithal türban takmış. Har vurup harman savurmuş. Yumurta döte, pardon kapıya dayanınca da, ‘yusuf yusuf’ yapmış.

Valla, ne halt yersiniz bilemem, önümüzdeki 25 yıl boyunca çook kıtlık yılları olacak. Artık ne yaparsınız, siz karar verin… Özal’ın mezarını satmak serbest… Demirel’in müzesini pazarlamak serbest.

Baştan alalım. Kuramsal tabanda:

Dört işlem biliriz. Değil mi? Girdilerin çıktılardan az olduğunda, eksi toplam çıkacağını biliriz. Değil mi? Maaşın borçtan az olduğunu biliriz. Değil mi? Gayrısafi milli hasılanın toplam borçtan az olduğunu biliriz. Değil mi?

De, nasıl ödeyeceğini düşünmeden ne halt yemeye bu kadar harcarız?

Tamam, bize ‘harcayın’, dendi. ‘Değirmenin suyu kesilmez’, dendi. O dendi. Bu dendi. De, neden inandık? Yalan olduğunu bilmiyor muyduk? Bal gibi biliyorduk. İnandık, çünkü işimize öylesi geliyordu.

Bilmem, farkında mısınz? Yarışma programları, ‘150 milyarı kim ister?’den, ‘102 milyona kim geçinir?’e kaydı.

Olaylar, Banker Kastelli ile başladı. Adam, tam üç kere milleti söğüşledi. aradan yıllar geçince de, ‘benim kimseye borcum kalmadı’ dedi, sıyrıldı işin içinden. Sanırım, o hala tüccar…

Ardından, Banker Bako geldi. Kuş çok fazla ötünce, erken öten horoz misali katl edildi.

Kaç banka battı? Kaç banka batırıldı? Kaç milyar dolar, cukka edildi? İlk bankayı batıran kişi, ilk kadın başbakanımız değil miydi?

Kabaca bir hesap:

18 yılda bir milyon kişi birer milyon dolar, yani ceman bir trilyon dolar ishal etti.

Bu; tüm uyuşturucu israfından, tüm silah israfından, tüm batık bankalardan büyük bir meblağ… Yani ööle zalim iktidar seçkinleri, mazlum kitleyi şeyttirmedi. Tam tersine,. içine ait olduğu kitleden omuz feykiyle sıyrılmış mutlu bir azınlık, mutsuz bir çoğunluğu şeyttirdi. Bu demek değil ki ezilenler / çoğunluk ezmek istemedi. Deliği tutturamadılar, o kadar…

Da bunun bilançosu ne ollacak?

Birazcık tarih biliyorsam, yeni bir Hitler denk getirmeye çabalayacaklar. Ne yazık ki büyük kötüler de, büyük iyiler gibi, o denli sık gökyüzünden zembille yeryüzüne inmiyorlar.

E tabii… Sonrası, yumuşak faşizmin orjisi, kim kimi yakalarsa… Bakınız, İhlas Holding’in yönetim kurulu başkanı ABD vatandaşlığına sıyrılıverdi bile… Demirel’cim ve Bilgin’cimse sıyırttıramadı…

(12 Haziran 2001)


ZENGİN ve YOKSUL

Türk-iş Temmuz 2001’de bir araştırma yayınladı. Kentte yaşayan 35.808.826 kişi için, % 5’lik dilimler halindeki 20 kümenin kişi sayısı, toplam kişiler içindeki yüzde olarak payı ve dolar olarak yıllık geliri listelendi. Sonuç şöyle:

01            113.502                   0,3           31.915
02            234.479                   0,7           14.745
03            319.297                   0,9           11.013
04            415.626                   1,2           8.425
05            529.601                   1,5           6.660
06            673.267                   1,9           5.204
07            826.168                   2,3           4.262
08            982.202                   2,7           3.577
09            1.121.696                3,1           3.143
10            1.271.738                3,6           2.768      
11            1.408.519                3,9           2.503
12            1.600.166                4,5           2.197
13            1.774.424                5,0           1.984
14            1.993.058                5,6           1.764
15            2.212.475                6,2           1.591
16            2.543.158                7,1           1.386
17            2.867.900                8.0           1.226
18            3.443.638                9,6           1.022
19            4.158.502                11,6         847
20            7.319.410                20,4         481

Burada birkaç aksama ve tutarsızlık var.

İlki, en zengin % 5 için: 1999 yılında getirilen bir tür varlık vergisi nedeniyle verilen beyannameler sonucu, 55.000 doların üzerinde resmen banka hesabı olan 35.000 kişi ortaya çıkmıştı. Bunların diğer görünmeyen menkulleri ve gayrımenkulleri hesaba katılırsa, toplam çok büyür. Bunların genelde çekirdek aile tipi olduklarını varsaymamızda sakınca yok. O zaman 140.000 kişi eder. Basit bir hesapla, değil yıllık kişi başına 30.000 dolar, aile başına 120.000 dolar, çok yukarıda bir meblağ söylenmesi gerekir. 250.000 dolarlık Mercedes’leri, bir milyon dolarlık villaları, uçakları, yatları onlar satın alıyorlar.

Devam: ‘Kara para’ denmese de, ‘boş para kazanırları’ demeyelim de, ‘harcarları’ diyelim. 10.000 kişilik futbolcular, şarkıcılar, mankenler, sunucular, vb kümesi (ünlüler). Bunların ayda on bin dolar katlarıyla kestirilen gelirleri var.

Sonrasında baş belası ortadirek var: Bunu söylemek beni de rencide ediyor ama Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin 3 bireyi asgari ücretle çalışsa, o aile ferah feza geçinir. Eğitim mi? Zorlasan da, okula gitmiyorlar. İş mi? Her yer vasıfsız eleman arama ilanlarıyla dolu. Ergenler bu işleri beğenmiyorlar. Dengeli harcama mı? Sendikaların aylık bültenlerine bakın. ‘Gelir-gider’ hesabı, yani bütçe  tutuyor.

Sonuncu diptekiler için: Türkiye’de sıfır gelirli bir kaç milyon kişi var. Onlar, lümpen proleteryanın da, sefillerin de dibindeler. Ekonomik değer taşımadıkları için adam yerine konmuyorlar, çünkü çöplükten bulduklarıyla yaşıyorlar.

(25 Temmuz 2001)


ÜNLÜLER

İktidar seçkinleri kümesi, beş altküme içerir: Askerler ve polisler, sanayiciler ve tüccarlar, medyatörler, siyasetçiler artı entellektüeller ve entelejensiya. Ünlüler kümesi, bir bakıma medyatörlerin altkümesi sayılabilir. İki altkümeye ayrılır: ‘Sosyete’ denilen ve çok daha önceden sınıf atlamışlarla, ‘futbolcu’ gibi, ‘manken’ gibi yerzamanın özel koşullarında yeni sınıf atlamışlar.

Ünlüler, toplumun havucudur, entellektüellerse sopa yiyeni (ki ‘entelejensiya’ da havuç yemiş entellektüeldir). Anneler, kızlarını ‘hayat kadını’ yapmak ve ‘mama’ / ‘çaça’ olmak yerine, ‘konu mankeni’ yapmayı ve ünlendirmeyi yeğliyor artık.

Ünlülerin statüsü, sentimental (: duygusal) ve informatik / duygusal faşizmdir. Konumları kitlenin (genelde doyumsuzluk) duygularına hitap eder ve tümüyle yalan söylemlere tabidirler, topluma yalan rüzgarları üretirler. Genelde, herşey zengin olmak ve sınıf atlamak rüyaları üzerine kuruludur.

Batı toplumlarında 50 yıldır görülen bir durum, Türkiye’de de son 10 yıldır görülüyor. Siyasetçiler artık, manken, balerin veya artizlerle birlikte oluyor (‘evleniyor’ denmiyor, ‘oluyor’ deniyor). Hasan Fehmi Güneş’in Aynur Aydan macerası, onu bakanlık koltuğundan etmişti ama artık Yıldırım Aktuna Ajda Pekkan ile, Ercan Karataş Müjde Ar ile, İstemihan Talay Nilüfer ile birlikte olabiliyor (ardından Nilüfer gidip Reha Muhtar ile birlikte oluyor) ve kimse de duruma itiraz etmiyor, tersine durumu alkışlıyor. Çünkü, aslında insanların yapmak istediklerini, onlar kitlenin yerine gerçekleştiriyorlar.

Ünlülerin konumu, matbu ve görsel-işitsel basındaki magazin programları aracılığıyla üretilir, yeniden üretilir ve pekiştirilir. Bugün Türkiye’de iktidar seçkinlerinin hangisi olursa olsun, (Çevik Bir gibi) askerler bile (özellikle vurgulanıyor), para kazanabilmek için, gündemde kalmak zorundadır. O nedenle, ilgili igisiz, her kanalda ve günün herhangi bir saatındaki programlarda boy göstermek zorundadırlar (kimilerinin üste para bile verdiğini belirtmek yararlı olur). İş o dereceye varmıştır ki Milli Güvenlik Kurulu üyeleri bile, ‘Televole’nin insanı komünist yapması tehlikesinden söz eder olmuştur.

Durumun panzehiri var mıdır ya da ne olabilir? Televizyondaki magazin programlarını kaldırmak ya da tümden televizyonunu fırlatıp atmak pekala işe yarayabilir. Bir de, eski ünlülerin şimdiki perişan durumları, kitlenin gözüne gözüne sokulursa, belki insanlar beyhudelikten korkarlar.

Dipnot: Bu metnin kavramsal çerçevesi, Mills’in ‘İktidar Seçkinleri’ (Bilgi Yayınevi) kitabındaki tanımlamalardan mülhemdir.

(8 Ağustos 2001)


KAÇ TİNERCİ BİR HİTLER EDER?

Bir tinerci, eğer sağ kalabilirse, 18 yaşına geldiğinde yüzlerce hırsızlık, dilencilik, aktif ve pasif fiil-i livata, gasp, darp eylemiş demektir. Enaz 5.000 gün boyunca o tür cehennemi yaşamış, genelde her gün ortalama bir suç işlemiş ve hiçbirinin cezasını çekmemiş olacaktır. İşin komiği, polise milyonlarca lira haraç vermiş olacaktır.
Bir tinerci; bir çingeneye, (18’inden küçük) bir çocuk fahişeye, bir selpakçıya, bir tartıcıya, bir evsize, bir şarapçıya, bir kağıt çöpçüsüne, vb, vd kültürelce / faşizmce eşdeğerdir. Genelde nüfusun % 10’una denk gelirler.

Eskiden mahallenin delileri, serseriler ve külhanbeyleri vardı. Şimdi bunlar var. Tinerciler, yalnızca bizde yok / olmadı. 19. Yüzyıl kıtlık İrlanda’sında ve 1990’lar Alaska’sının amaçsız Eskimo’larında da tinerci çocuklar var / olmuş. Tiner, ayakkabı yapıştırıcılaında çözücü olarak kullanıldığı için, ilk Türk tinerciler 1960’larda ayakkabıcı çırakları arasında görülmüş.

Lümpen proleterya var, sefiller var, daha dibi var, daha da dibi var ve aslında acının dibi yok. Sokaklarda ve caddelerde, yaşamın sıkıp sıkıp limon posasına çevirdiği veya çiğneyip çiğneyip tükürdüğü binlerce insan var. Onları, eğer yaşam deneyiminiz varsa, bakışlarından, kokularından ve duruşlarından anlarsınz. Onlar Nazım’ın ‘hakir, zalim, korkak’ halkıdır. Her an sokabilecek akrep gibidirler ve ‘akrep-kurbağa’ öyküsünde olduğu üzere, kendileri ölecek olsa bile sokmadan duramazlar.

Bir örnek anekdot: Beyoğlu’nun meşhur Abdullah Sokak’ındaki evsizlerden birini, o sokaktaki iyilikseverlerin bazıları bir binanın bodrum katına yerleştirmişler. Bu da biti kanlanınca, odasına karı atmış. Yeniden sokağı boyladığında, öyküsünü bağıra bağıra etrafa anlatıyor ve sokakta yatabileceğini beyan ediyordu.

Faşizmler bunlardan beslendi, besleniyor ve beslenecek. Engizisyonlar da öyle... 1994’teki belediye seçimlerinde Refah, Beyoğlu’nda onların oylarıyla kazandı. Şarapçılara birer şişe şarap karşılığında oy kullandırdı.

Hitler, oylarını sokaktaki açlardan, serserilerden, işsizlerden aldı ve seçimle başa geldi. Sonra da ortalığı düzledi.

Hitler, papazları toplama kamplarına yolluyordu. Yeni Hitler aday adayları genelde namaz kılıyor, kiliseye devam ediyor.

Bir tinerciden bir Hitler iki yoldan çıkar: Ya herhangi bir tanesi hitlerleşir, ya da milyonlarcası yeni bir Hitler’in peşine takılır. Ölür ve öldürür.

Merak ediyorum: İkinci milenyumda ikincisiz cumhuriyette kaç tinerci bir Hitler eder?

(5 Temmuz 2001)


BORSA TERÖRDÜR

Dünya borsalarında 2001 yılında herhangi üç günde toplamda el değiştiren para, tüm dünyanın reel sektörlerinin bir yıllık üretim değerine eşittir. Uluslararası finans piyasalarında ışık hızıyla yer değiştiren paranın aslında gerçek alım gücü hiç yoktur. O artık saflaştırılmış güç ve iktidardır. Zaten peşinde koşulmasının gerçek nedeni de budur.

Artı, ileriye doğru ve/ya kredi kartıyla alınıp satılan hisse senetleri, artık paradan da daha soyut bir şeydir. Olay, yalnızca ekranlarda görünüp yok olan ışıklı görüntülerden ibaretleştirilmiştir.

Dünyanın en büyük 200 şirketi (ki çoğu ABD uyrukludur) dünya ticaretinin % 50’sinden çoğunu gerçekleştiriyor. Bugün Türkiye’de onların % 80’inin temsilciliği var. ‘Marka’ denilen şey, size satılan bir hiçtir.

Enflasyonun yılda ortalama % 3 düzeyinde seyrettiği ABD’de kredi kartı faizleri, (eyaletten eyalete değişmek üzere) yıllık ortalama % 30 civarında… Herkesin en zayıf noktası olan evsahibi olmak uğruna, her yıl onbinlerce ABD’li ödeyemediği borçlar yüzünden mahkemelik oluyor, cinnet geçirip birilerini kurşuna diziyor. Kimse, yüzlerce kişi nasıl ki dolar çok yükselince dava açıp eski kurdan ödediyse, dava açıp bu kadar faiz ödememek için dava açmayı akıl edemiyor. Edeni de tasfiye etmek için ellerinden geleni yapıyorlar (bakınız: Konuyla ilgili Errol Morris belgeseli).

İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ilk 10 yılında 3 kere dünya birincisi (yani en çok kazandıran), 3 kere de dünya sonuncusu (yani en çok kaybettiren) borsa niteliğini kazandı. Bunun nedeni kuşkusuz manipülasyon. Yabancı yatırımcılar aracılığıyla, Türkiye dışına yirmi beş milyar dolara yakın miktarda kaynak aktarımı oldu. Son krizde bir milyon dolarını yitiren spekülatif yatırımcılar oldu. Borsadaki hemen tüm şirketlerinin sahipleri, kendi hisse senetleri değer kazansın diye, birilerine büyük alımlar yaptırdılar. Aydın Doğan’ın hisse senetleri nominal olarak bir yılda on katına çıktı, sonra orada kaldı. Böyle bir durum nasıl mümkün olabilir? Dünyada böyle bir edime izin vermezler ama burası Türkiye… Onlarca yatırımcı, alım satım yapmaları yasaklanmasına karşın, yine de bir yolunu bulup işlerini döndürüyorlar. Durumu ortaya çıkaran Uzanlar ise, tahtaları kezlerce kapatılan, milyarlarca dolarlık borcun üzerine yatan başka bir grup…

Bu para nereden çıktı? Kuşkusuz, daha önce Banker Kastelli gibilerine para kaptıran uyanık Türkiye vatandaşlarının cebinden… Onlar, parayı nereden buldu? Hep birincisinin lehine % 10 farkla seyreden TEFE (toptan eşya fiyat endeksi) ve TÜFE (tüketici fiyat endeksi) enflasyonu ile, reel olarak birkaç on yıldır gerileyen emek ücretleri (yani memur ve işçi maaşları) ile, Almanya’daki on binlerin 40 yıllık emeklerinin karşılığı ile, yirmi milyon aç ile…

Bunun anlamı nedir? Milyonlarca kişinin milyonlarca günlük yaşamı sıfırlanmış, yani öldürülmüştür.

Gerçekler açıklanmıyor. Medya sahipleri, zaten borsada hissesi satılan şirketlerin sahibi aynı zamanda… Siyasetçileri satın almak çok kolay. Ödül olmazsa, ceza var. Sahte belgelerle şantaj ne güne duruyor?

O nedenle İkiz Kuleler’de ölenler de, masum sivil halk filan değil, basbayağı kan emen teröristlerdi. Stammheim’ın çevrimi: Terör; devlete, kredi kartı şirketlerine ve borsaya karşı özsavunmadır.

Devam: Globalizasyona hayır… O da bir terör biçimidir… Onun da özsavunması mevcuttur. Başka bir yazı…

(18 Ekim 2001)


NEO-NAZİ DEĞİL, NEO-TWİGGY

1968 kuşağı, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde doğmuştu. Fırtına ertesi sukünette büyüdüler. Onların yarattığı ‘68 olayları herkesin bildiği şeylerden birisi… Herkesin bilmediği şeylerden birisi de, Twiggy’nin de ‘68’e dahil oluşudur. Twiggy, toplama kampı terk kılıklı bir manken idi. Vogue’nün kapak kızıydı. Durumu bir tuhaftı. Onu ve onun gibileri fotoğraflayan Diane Arbus, hafiften hafiften balata sıyırttıkça, New York acuzelerini fotoğraflamaya düştü (yoksa yükseldi mi demeliydim?). Sonunda intihar etti (başardı da).

Tarih, tümüyle onlardan ibaret değilse de, tekerrürleri epeyce içerir. Nedense ‘insanlık’ denilen, sakar çocuklar gibi düşe kalka öğrenir. O nedenle, tarihte hatalar oldukça sık yinelenir durur.

1989 sonrasındaki Soğuk Savaş ardılı dönem, bir çok yeni nazizmin de canlanmasına neden oldu. İnsanlar, ‘yahu, nasıl oldu da Hitler oldu?’ sorusunu henüz yanıtlayamadan, bir çok yeni Hitler adayı (Miloşevski, Jirinovski, Haider, Le Pen, vd) boy gösterdi. Bu, medyanın da etkisiyle göze çok çarptı ama kimse yeni Twiggy’leri göremedi. Yeni deyimle ‘top model’ler onu aratmayacak fizyonomideler. Ne oldu? Toplu bir ‘anorexia nevrosis’ krizi mi geldi?

Tarihin neden-sonuç ilintileri tuhaftır. Fiziksel dünyanın tersine, tarihte sonuçlar nedenlerden önce görüngüleşebilir. Göstergelerin çoğu anlamsızdır. Dolayısıyla eldeki veriler, çokça yoruma (: hermenötik) dayalı anlamlandırılır.

Peki, neo-Twiggy’leri nasıl anlamlandıracağız? Yeni bir ‘68 olarak mı? Yoksa, yeni bir 69 olarak mı? Futbolculuk ve mankenlik çok para kazandırıyor ama ün de… Ünlüler (Mills’in zayıf saptamasıyla), iktidar seçkinidir. Kitle için, tapılası imajlar oluştururlar. Sınıf atlama hayallerinin en güçlü besleyicisi onlardır.

Faşizmi yalnızca erkekler oluşturmaz. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar; ister dolaylı olsun, ister doğrudan olsun, en az erkekler denli faşizme mürittirler. Neo-Twiggy’ler ve alkışlayıcıları ve onlar gibi olma hayalleri kurucuları olan kadınlar (özellikle kızlarını manken yapan anneler), en az Alman Nasyonal Sosyalist Partisi denli faşistirler.

Evet, yeni bir faşizm dalgası geldi de, geçiyor bile… Pardon, yeni bir Twiggy dalgası geldi de, geçiyor bile…

(Dünya Kadınlar Günü’ne armağanım olsun…)

(8 Mart 2000) 


DEĞİŞEN   TÜRK   MUTFAĞI

Türk mutfağı; Çin ve Fransız mutfağı ile birlikte, Dünya'nın en iyi üç mutfağı arasında sayılır. Türk mutfağının bu niteliği, yerleştiği Anadolu'nun yüzün üstünde kültürü barındırması sayesinde olmuştur. Tıpkı yetmiş iki buçuk millet ve dil gibi, yetmiş iki buçuk milletin mutfağı da, Türk mutfağında sentezlenmiştir. Örneğin, deniz ürünleri ve sebzeler, geleneksel Türk kültüründe neredeyse sıfır yer tutarken, bugün Dünya mutfaklarına, özellikle Türk sebze yemekleri liste başından girmektedir. Hesap şu: Şavşatlı'ya göre kırk çeşit patlıcan yemeği (patlıcanın reçeli olur mu?); Laz'a göre kırk çeşit hamsi yemeği (bunun da turşusu) oluyormuş.

Bin küsur yıllık zaman içinde Türk mutfağı, bu sentezini de değiştiregelmiş. Ne yazık ki yazılı kültürü sevmeyen Türkler, geriye pek yemek kitabı da bırakmamışlar. Ancak bilinen şu: Kokoreç, eskiden sakakat karışık sote bir et yemeği iken, bugün yalnızca bağırsaktan yapılıyor. Eskiden midye dolmasına acı biber konmazken, bugün hepsi öyle (çünkü artık seyyar midye dolma satıcılarının hepsi Güneydoğu Anadolu'dan).

Fransız mutfağı, Fransız dili ve kültürü gibi, Osmanlı'nın son zamanlarında ülkemize avdet etti. Şarabı ve eti bin yıldır herkes biliyordu da, 'beyaz şarap – beyaz / soğuk et, kırmızı şarap –kırmızı / sıcak et, rose şarap – tatlı / meyve' dizisi, ülkemizde herhalde hepi topu en çok iki yüz yılık bir maziye sahiptir. Tabii devşirmeler de sözkonusu: 'Kruasan = Ay çöreği' ikilemi gibi... Kruasan, milföy hamurundan yapılan tuzlu bir çörek iken, bizdeki ayçöreği tatlı bir çörektir (burada çöreğin tatlı mı, yoksa tuzlu mu  sayılacağı gözardı ediliyor); yani adları, etimolojik açıdan özdeş olan şeylerden, kruasanı isterseniz başka şey yersiniz, ay çöreğini isterseniz başka şey yersiniz.

Çin mutfağı Türkiye'ye doksanlarda, o da gayet saptırılarak (işin içine Kore ve Japon yemekleri de katılarak) girdi. Çin lokantalarında pekala kuru fasulye de satılabiliyor. Nasıl olsa konudan anlayan yok...

Bir de aynı içerikten oluşan yemeklerin birbirine geçişi sözkonusu: Pizza İtalyanlar'dan, lahmacun (: etli ekmek) Araplar'dan, (ismi üzerinde) Karadeniz pidesi de Lazlar'dan gelen ama pişirme tekniğinden tadına kadar birbirine çok benzeyen yemekler. (İtirazlar duydum gibi.) Herhangi bir kişiye gözü kapalı bir tanesini yedirseniz, hangisinin olduğunu kesinkes söyleyemez. Batılılaşma burada da geçerli, insanlar pide yerine pizza, köfte-ekmek yerine hamburger yiyor artık...

ABD'nin yaygınlaştırdığı 'fast-food' modası, Türk mutfağına en ağır darbeyi indiren etken olmuştur herhalde... Bir de çalışan kadın oranının giderek artması... Dolayısıyla mutfaklar kürelleşmiyor, dar bir alanda standartlaşıyor.

(1 / 1999)


BURJUVAZİNİN ÖLÜMCÜL AYIRTSIZLIKLARI

Ayırtsızlık Nedir ?

Ayırtsızlık, Aristo Mantığı'ndan devralınan özdeşliğin, Hegel felsefesinde yorumlanması sırasında ortaya çıkan özel bir durumudur. 19. Yüzyıl Avrupa'sında Birinci Sanayileşme'nin ortaları geçilmişken, bu kültürel modun sorunları da gözlenmeye ve tanımlanmaya başlamıştı. Bir önceki modun (: feodalizmin ve/ya aristokrasinin) kültürel öğeleri, yeni ortamda kimi başkalaşıma uğrarken, kimi çözülüyor ve yok oluyordu (: dekadans). Hegel, Kant'tan devralıp kullandığı 'triadik' 'tez-antitez-sentez' olgusunun istisnaları da olduğunu gözlemişti. Bu durumda, tez ve antitez parçalara ayrılıyor ve bu durumda tanımsal karşıtlıkları ayırtsız (: indifferable) oluyordu. Keza; 20. Yüzyıl'da 'yabancılaşma' olarak tanımlanan şeye Hegel, 'bilincin ayırtsızlığı' diyordu. Duruma psikiyatrik bir örnek de, 'katatonik şizofreni'dir. Hasta-özne, dış dünyaya kayıtsız / ayırtsız kalır. 20. Yüzyıl'ın sonlarına doğru 'kültürel şizofreni' de tanımlandığı için, şimdi ve burada ayırtsızlık, bireylerin olsun, altkültürlerin olsun, yeni oluşan dış koşulları bilinçli veya bilinçsiz ıskalaması sonucu, sanki o durum hiç yokmuş gibi davranmaları olarak tanımlanabilir. Medyanın kognitif / informatik zulmü (bilgisel vakumlaştırması ve yozlaştırması), bu durumu tüm dünya insanları için genel bir olgu kılmıştır. Bir de ABD kültürsüzlüğü insanları, yalnızca görüneni algılamak ve gerçekte olmakta olanı ayırsayamamak durumunda bırakmıştır.

Burjuvazi Nedir ?

Burjuvazi, Birinci Sanayileşme ile oluşmuş bir sınıftır. Feodal modun egemen sınıfı aristokrasinin yerini almıştır. 1750'lerden 1800'lere dek değişimlere açık bir kültürel anlayış taşırken, hem elindeki maddi birikimin artması, hem de 150 yıllık bir süre içinde Birinci Dünya toplumlarının neredeyse tamamının burjuvalaşması nedeniyle, 1900'lerden beri durağan bir yaşam ideolojisine sahiptir. Bir yandan olduğu gibi olmaktan ölesiye sıkılırken, öte yandan herkesin kendisi gibi olmak istediğini sanan bir kurtkapanı dogmatik açmaz içinde sıkışıp kalmıştır. O nedenle burjuvaji ayırtsızdır. Açlıkla tokluğu, görünenle olanı, yaşamla ölümü, savaşla barışı birbirinden ayırdedemez.

Ölümcül Olan Nedir ?

Ölümcül olan, değişimsizliğin ataletinin 2000'lerde tüm dünya nüfusunun neredeyse yarısını sarıp sarmalamış olmasıdır.  Bu kültürel eylemsizlik, bir yandan yarını ipotek etmekte, öte yandan devindirilebilmesi için büyük bir kıyım gerektirmektedir. Daha da ölümcül olanı, azınlıkta kalan ve durumu ayırsayanların ayırtsız kalması, tamama yakın bölümün ise, durumu ayırsayamamasıdır, Örneğin bu metni okuyanların tamamına yakını ne denmek istenildiğini kavrayamayacaktır. Yine de tarih hep akar. Olan 21. Yüzyıl'ın beyhudeliğine olacak.

ÖRNEKLEMELER

'Made in Usa' Ayırtsızlık

ABD'nin 20. Yüzyıl'da yarattığı  en tehlikeli ayırtsızlık, yumuşak ve sert (Alman Nazizmi gibi) faşizm ayırtsızlığıdır. Daha önceleri, yıkımın en tehlikeli olumsuzluk olduğu sanılıyordu. Oysa ortaya çıktı ki durağanlık yıkımdan daha kalıcı ve yıkıcıdır. Holywood filmi sanat sayıldığı, 'American way of life' ulaşılmaz bir ütopya sanıldığı, nüfusun % 20'sinin daima açlık sınırının altında olduğu bir yer fırsatlar ülkesi sayıldığı için,     eğrilerle doğrular birbirine karışmıştır. Bu konuda asıl yükümlü / sorumlu (reklamcılar dahil) medyadır.

Engizisyon - Faşizm Ayırtsızlığı

Tarihte genelde bir ardışıklık sözkonusudur. Devletlerin kuruluşu ve dağılışı, uygarlıkların yükselişi ve sönüşü peşpeşe olur. Buna karşıt bir istisna; 11. Yüzyıl Ön Asya'sındaki İslam Kültürü; diğer örnek ise, 20. Yüzyıl sonundaki engizisyon-faşizm kültürel faz konjügasyonudur. İslam'ın engizisyonu sert, Hristiyanlık'ınki yumuşak, Musevilik'inki ise orta karardadır. Faşizmlerin ise; hem yumuşak-sert, hem Birinci-Üçüncü Dünya faz konjügasyonu vardır. Buna bir de, henüz oluşmakta olan İkinci Sanayileşme'nin proto-kognitif-informatik faşizmi (aslında adı gelecekte değişik olarak konacaktır) eklenince, Dünya tarihinde belki de ilk kez gerçek bir kilitlenme (Orta Çağ'ın ötesinde bir durağanlık) olabilecektir.

TC Usülü Ayırtsızlık

Türkiye'de yıl 2002'de; kitle-iktidar seçkinleri, asker-sivil, sıradan-entellektüel, varsıl-yoksul, Birinci-Üçüncü Dünya, Kuzey-Güney, Batı / Avrupa - Doğu / Asya kategorileri ayırtsızlıkları vardır. Dünya ülkeleri içinde bu denli muğlaklaşabilen / bulanıklaşabilen / kaypaklaşabilen bir kültür daha yoktur. Şimdi ve burada tam bir kavram kargaşası gözlenmektedir. Bu da, Türkiye'yi informatik / kognitif faşizm alanında, tam bir deney kobayı çiftliğine çevirmektedir (ya da hiç bir şey bilmeyenlerin herhangi bir şeyin bilinemezliğini önesürmesine yol açmaktadır).

(1999 / 1)

Çıkış

11 Eylül 2001’e dek hiçbir çıkış kapısı yoktu. Şimdi kocamaan bir tarihsel delik var. O yolu ancak gösterebilirim, yeni kültürel kategoriler oluşturmaya eren yolu okuyucu (eğer istiyorsa) kendi yürüyecek…

(2001 / 2)



TÜKETİM ÇILGINLIĞI SÜRECİNDE, TOPLUMSAL GÖRÜNGÜ MOMENTLERİ ve KÜLTÜROLOJİLERİ


Tarihçe


Tarihöncesi Örnekler


Kolomb öncesi Amerika yerlilerinden bir bölümü, yılda bir toplanır, kabilenin nesi var nesi yoksa, kırıp yok eder ve o anda yerleştikleri mekanı terkederlermiş. Bu her ne kadar bambaşka yorumlara kapı açsa da, ünlü ‘metacı sav-karşısav ikilisi’ni değilleyen bir örnektir.
Tersine mülk, hayvanlarda bile olan bir şeydir. Bazı kuşlar, yuvalarına olur olmaz şeyler yığar, onları da kimseye kaptırmaz ve onlar için kavga eder.

 

Malthus vs. Verlhulst


Malthus 1790’da der?: Üretim, asla tüketime yetemez, çünkü tüketici sayısı (yani toplam nüfus) üretimden hızlı artar. Verhulst 1830’da ne der?: Nüfusun artış hızını kesen etkenler vardır. Artış belli zirveler arasında salınır, sonunda bir limite uğraşır.
Evrim-tarihte 4 büyük nüfus artışı oldu: Büyük Göçler, Neolitik Çağ, Orta Çağ, 1. Sanayileşme (tavan limite 2130’da ulaşılacak) (Kaynak: Mart 1991 ‘Scientific American’.)
Burada hepsinin bir açığı var: Zorunlu tüketim nedir? Doyma, barınma, ısınma, vd gibi temel gereksinimler ama sağlanımları nasıl ve kaça? Çamaşır makinası, 1950’de TC için lükstü, 2000’de 500 nüfuslu köydeki biri bile bunu istiyor. Sendikaların aylık harcama tablolarını bir düşünün: İnanın, ben ortalamadan daha iyi yaşayan biri olarak, her zaman birim maliyetin epeyi altında seyrettim.
İnsanlar, para harcamayı (ve harcamamayı da) bilmiyorlar. O giysilere o paralar, diyelim bir paltoya 500 dolar, nasıl verilir? TC’de neden 6 milyon otomobil var? 16 milyon cep telefonu ne demek? O kredi kartlarına katrilyonlarca lirayı neye güvenip borçlanıyorlar? Ailem, bir buzdolabını 20 yıl kullandı. Bugün hangi evkadını bu denli tutumlu? 1.000 dolara banyo nasıl dekore edilir? Yılda 1.000 dolar doğal gaz parası neden ödenir? Bugün özel eğitim kurumları yılda 10.000 dolara varan aidatları hangi yüzle talep ediyorlar?

Gündelik Yaşamın Kültürolojisi


Kültüroloji, (bilimsel, sanatsal, düşünsel gibi) seçkin / üstyapısal kültürel ürünleri derleyip ayıklayıp, yorumladığı denli, bunu sıradan / altyapısal kültürel olgular (burada tüketim nicelikleri ve nitelikleri) için de yapar.

 

Mülksüzlük : Anarşizm ve Ötesi


Son dönemlerin ilk ve hala tek mülksüzlük ideolojisi, 19. Yüzyıl’da anarşistlerin bir bölümünden geldi. Burada hoş bir ikilem var: Anarşistler bireycidirler ve onlardan mülklülük beklenebilecekken, toplumcu karşıtı / eşleniği Marksizm’e inat, mülksüzlük eylemini bir ütopya olarak değil, bugün ve burada gerçekleştirilecek bir eylem olarak görmüşlerdir. Ancak, kuram uygulamada aksamıştır. Komünel yaşam, bireyciliğe aykırıyken savunulmuş; en önemli anarşist kuramcılar, ‘imamın dediğini yap, yaptığını yapma’ misali, mülk açısından gayet sömürgen olmuşlardır.
Mülksüzlüğün praksisi (kuram-eylem birliği) ne / nasıl olabilir?: Herhalde, kendisine kendisi (genellikle ortalamanın biraz altında olan) bir tüketim miktarı tahsis edip, onu gönüllü olarak (zihinsel ve/ya bedensel) bir emekle ödemek biçiminde gerçekleştirilebilir. İnsan, ahlaki hesabını kendi tutar, bilançolar ve öder.
21. ve özellikle 22. Yüzyıl, biriken ekonomik değerlerin tüketilebilecek miktarı çok çok aşmış olduğu dönemler olacakları için, bir bireyin mülksüz olması da, daha kolay olacaktır. Burada kulağa çarpan ikilem, aynı zamanda 20. Yüzyıl’ın işlevsiz tüketim davranışlarını da açımlar: Tüketim bilinci, bir metayı kullanırken her an ve her yerde düşünmek demektir, tıpkı bir çöpü atarken onun temizlenemeyeceğini düşünürsen onu atamayacağın gibi (biraz iyimser bir bakış açısı oldu ama olsun).

Üretim > Tüketim


Yıl 2001’de Dünya’da bir çok malın üreteimi tüketiminden çoktur ve uzun yıllar öyle de kalacaktır. Örnekse: Giysi (kişi başına tüketim 10 iken, 100’den fazla üretim), kitap (kişi başına tüketim yılda 5 iken, 15 parça üretim), film (kişi başına 5 iken, sinema salonlarının kapasitesi 30 civarında). Tersine 2 örnek: 1. Enerji tüketimi, gündelik yaşamı aksatmaksızın, yarıdan aza düşürülebildi. 2. Temel su tüketiminin en önemli maddesi olan sifonsal tüketim, küçük bir tasarım katkısıyla  üçte birine düşürülebildi. Asıl vurgu: Sanıldığının tersine gıda üretimi bile tüketiminden çoktur ama tüketim dağılımı ve israf (% 25) çok uygunsuzdur (ki bu bizi ekonomi yerine ekolojiye götürür) ve açlıktan ölen binlerce kişi vardır.

Tüketim Çılgınlıkları


‘Titanik’ filmi, dünyada 4 milyar dolar ciro yaptı. Bu yaklaşık olarak, 500 milyon kişinin biletli olarak o filmi görmüş olması demek. Bunun kaçta kaçı bir oranda insanı, iki saatlığına ağaç dikmeye bir araya toplayabilirsiniz?
Frank Sinatra’nın şarkıları, yalnızca ABD’de bugüne dek 600 milyon plak satmış. Tama, ‘My Way’ çok hoş bir parçadır da, bir mafyöz yardakçısına on milyar dolar ödemek niye?
Dünyada bir milyara yakın cep telefonu var. Peki, insanlar olağan telefonla konuşmadıkları ne konuşuyorlar? 14 yaşındaki bir ortaokul öğrencisinin eline, kapıcı babası cep telefonu verirse, ileride asla para kazanamayacağını anlayınca, o çocuk bankaların camını indirmez de ne yapar?
Komando tipli pantolon moda olmadan önce, hiç mi işlevli değildi? Modası geçtikten sonra da, yitirdi mi?
İnsanlar, neden şehiriçi trafiğinin dur kalkında 50.000 dolarlık ‘4x4’lere binerler?
İnsalar, yılda on beş gün bile gitmedikleri yazlıklarını satın almak için, asıl evlerinden neden daha çok para öderler?
Tüketim çılgınlığı ‘orada ve onlar’ değil, ‘burada ve biz’. Bir bakın evinize: Yıllardır giymediğiniz kaç giysiniz var? Çare?: Satın alma… Dur… Vitrin bakma… Başkasının araba markasıyla ilgilenme…

 

Marlboro, Mc Donalds, Coca Cola, Levi’s


Markayı Yankiler icat etmediler (asılacaksan İngiliz sicimi ile asıl) ama bir şeyi yalnız ve yalnız markası için satın almak koşullandırması onların halt yemesidir. Böyle bir salaklığı (parayı kazanmayıp yalnızca harcadıklarından dolayı) ancak ergenler yapacağı için, markalar çoğunluk gençlere hitap eder.
Yankiler’in icat ettikleri markaların ait oldukları metalardaki işlevsizlikleri (içecek, yiyecek) ve abartılılık (kuyruklu Cadillac arabalar) tam da onların kültürel kimliğine uygun düşmektedir: Devşir ama sentezleme, istifle…
Kendi kendinize bir test yapın: Bunlar ne markasıdır? IBM, PAN AM, Ford, Microsoft, vb, vd…

Reklamlar ve Medya


Reklamcılar, düzenin peçetecisidirler. Bir tür (zihinsel) fuhuşa çanak tutup, önlerine atılan yağlı kemiği sıyırırlar. Reklamlar, medyada yer alır. Medyatörler (ki hepsi eski basıncı ailelerden, TC’nin en zenginleri konumundakilere dönüştüler), tüketim çılgınlığının en büyük besleyicisidirler.
İnsanların neden bu denli gerizekalıca tükettiklerinin yanıtı buradadır. Hiç bir işe yaramayan binlerce meta, reklamlarla medyada (magazin ve yarışma programlarında da) cazip gösterilmekte, herkes ona olmazsa buna kanmaktadır. ‘Arcopal’ takınaklarını anımsıyor musunuz? Şimdilerde kuponla cep modası var. Önümüzdeki yıllarda benzeri metalar muhakkak bulunacaktır, çünkü kitle zaten olaya teşne…
Her derde deva devlet, bir halt edebilseydi. RTÜK işe yarardı. Reklamcıların otokontrolü gerek. O da olmazsa, ceza yöntemi iyidir. TC’de son 5 yılda tüketiciyi yanıltmaktan, satıcılarca 1 milyar dolar ceza ödendi. Tüketici davalarında % 95 tüketici haklı çıkıyor. O beyazlatıcıların herhangi bir işe yaradığını hiç gördünüz mü? İmarbank reklamları, nasıl olur da engellenmiyor? Gazetelerin kupon olayını hani durdurmuşlardı? Çok basit bir kampanya: Her akşam televizyonunu 2 saat kapat. Veya: Ayda bir haftasonu hiç açma. Haksız rekabet mi? Güleyim bari…

Tüketim Metası Olarak Kültür Ürünleri


En büyük cirolu iki sanat alanı, sinema ve müziktir. 1995 sayılarıyla sinemanın ABD’deki yıllık cirosu 100 milyar dolar, müziğin ise 90 milyar dolardır (kürel toplam için bunlara sinema için % 100, müzik için % 200 katsayı kullanmak uygun olur). Karşılaştırmak için, kitap cirosu ise yalnızca 10 milyar dolardır. Neden böyledir? Çok basit: Kitap okumak için beynin yorulması gerekir ama diğer ikisi için böyle değildir, hatta düşünmekten kesinlikle uzaklaşmaya yararlar.

Ekonomi vs. Ekoloji


Amatör deyimle bu ibare, ta 1960’lardan aklımdadır. Çevre kirliliği, kamuoyunun veya medyanın gündemine yerleşmeden çok önce, bazı  duyarlı kişilerin bilgisel günemindeydi. Örnekse, ozon tabakası deliği ta 1980’lerden kalma bir sorundur ama ancak şimdilerde global ilgiyi çekiyor.
Yeni ‘ekoloji vs. ekonomi’ ideolojisi, global çevresel dengelerin gözetildiği, kişilerin telkin ve nefs eğitimiyle yalnızca gereksindiği metaları tükettiği, oluşmuş eksi değerlerin uygun olan en kısa sürede telafi edildiği bir durumda / momentte olacak.

Batı vs. Doğu ve/ya Fizik vs. Metafizik


Tuhaf görünse de ana temamız, Doğu’nun (Asya’nın, Tasavvuf’un, Taoizm’in) gündeminde metafizik bir olgu olarak çook öncelerden beridir var. Onu bırakın, bu Kızılderili özdeyişine ne demeli?: “Babamdan on ağaç aldım, oğluma on bir ağaç  bırakacağım.” Aklın yolu bir ve vakıa aynı ama rivayet muhtelif…

20. Yüzyıl, ancak 21. Yüzyıl’ın sonunda temizlenebilecek bir çevre kirliliğini miras bıraktı. Keza, 21. ve 2. Yüzyıl’ların tüketeceği enerjiyi ve hammaddeyi de bitirmek olarak yaşandı. Rahmetli yüzyılımız, gelecek için ‘geleceği ipotek etmek faşizmi’ni miras bıraktı ki bunu Hitler bile becerememişti.
Bu durumda Doğulu biri olmak, Batı’nın iki yüzyıllık acılarını dindirmek olarak tezahür edebilecekken, Çin örneğinde olduğu üzere, en geç sanayileşerek, onlardan da büyük bir çevre kirliliği ve tüketimcilik bırakmak olarak yaşanacağa benzer.
Tüm bunlar, 21. Yüzyıl’da ve/ya 50 yıldır başlamış süren 2. Sanayileşme sürecinde işlevsiz… ‘İyi-kötü’ ayrımı yerine, ‘zeki / bilgili – aptal / cahil’ ayrımı geçmekte. Entellektüeller, artık kitlenin hatalarını ödemek zorunda değiller ki insan türünün sonu gelse bile… Tarihe müdahalesizlik, en en kritik anlarda epsilon müdahale, on bir bin yıllık tarihteki mekanik gerekirci neden-sonuç anlayışının mirasını bir kaç yüzyılda temizleyecek ki bu bir Doğu-Batı sentezi demektir.

Bireysel Döküm

Nesnel sularda seyreden bir metne öznel parçalar eklemek, ikilemli görünebilir ama ‘tarih yaşamöyküsüdür’ (: history is biography) diyen bir anlayış da var.
Fakir bir ailede doğup büyüdüm. ‘Fakir’ derken, aylarca (aslında yıllarca) günde 2.000 kalorinin altı bir beslenmeyi kastediyorum. Fakirliğinden gurur duyan bir lümpenliğim yok. Ancak, ne öğrendiysem acılarım sayesinde öğrendim. Mutlu ve doygun bir insanın bir şey öğrendiğini de (böyle bir şey istediğini de), hiç mi hiç görmedim.
Gençliğimde bu geçmiş, bende psişik bir mülk düşmanlığı yarattı. Mayalar kadar değilse bile, arada bir esip mülklerimi yok etmek veya başkalarına dağıtmak gibi bir takıntım oluşmuştu. Buna put derecesinde sevdiğim kitaplar da dahildi. Şimdiye dek, 1.000’er kitaplık 5 kütüphane tasfiye ettim (çoğu da kütüphanelere bağış oldu). son 5 yıllık vergi iade cetvellerine bakıyorum: Her haftasonu aynı şeyleri almışım. Alabilir durumdayken, neden herşeyi bir arada alayım? Toplu ulaşım neyime yetmiyor? Neden aynı tişörtü 1 dolara değil de, 10 dolara alayım? Neden aynı tuvalet kağıdına yarım dolar yerine, 2 dolar vereyim? Neden aynı kitabı ikinci el olarak 1 dolara değil de, paketli olarak 7 dolara alayım? Ha kabul: Doktora gitmeden işportadan gözlük alarak abartıyorum, ileride körlüğüme bile yol açabilir.
Övünülecek bir şey mi? Hayır; yalnızca, bir vaka çalışması. İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.
Bugün burada.

Çıkış

‘İstisnalar kuralları bozmaz’ değil, ‘kuralları hep istisnalar bozar’. Her kültürel mod, tapacağı kendi kültünü yaratır ve o iflas edince çöker gider. Küçük burjuva kültürü, metaya taptı. Kendi anababalarımızda gördük. Gençken kıçında donu olmayanlar, yaşlılıklarında araba markası yarıştırdılar.
Televizyonlarınızı, cep telefonlarınızı atın. Kefenin cebi yok. İnsan gibi yaşayın ki insan gibi ölün.

(Ocak – Şubat 2001)

POPÜLER KÜLTÜR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER

Giriş


Kavramsal çerçeve, 1940 momentlidir. ‘Ernst Bloch, Walter Benjamin, Georg Lukacs, Bertolt Brecht ve Theodor Adorno’ yazar kümesinde simgeleştirilebilecek marksist estetikçiler (veya kültürologlar), 1900 başlarından beridirki olguları ta 1960’lara, Soğuk Savaş dönemine dek irdelemişlerdir. ([1]) Soğuk Savaş dönemi olarak da nitelenen 1945-1990 dönemi, aslında post-modern dönemdi. Bu irdelemeler, o süreç içindeki ardışık moda dönüşümleri ve 1990 ertesi dönemi kapsamaz. Aynı tartışmalar sürdürülecekse, bu farklı bir dille / söylemle yapılacaktır.
Onlarla aramızdaki ayrım, bu kültürün (sanayileşme ve kentleşmenin geç gerçekleşmesi nedeniyle) bizde yeni yeni çığ etkisi kazanması, onlarınsa şu sıralar bambaşka sularda yol almasıdır. Örnekse, sinemada bayağı-seçkin karşıtlığını, aşağı yukarı ayırtsızlamış durumdalar.

Tanım

Popüler kültür; yaygındır, bayağıdır, modadır, haz vericidir, lümpenleştirir, zihinsel ve kültürel gerileme yaratır, şeyselleştirir.
Popüler kültür, yönetilenler-yönetenler sembiyözünü sergiler. Üretimindeki etkinlik-edilginlik oranı, asla % 0-100 olmaz, genellikle % 50-50 civarında seyreder. Bu nedenle, göreli olarak karşıt tarafın ağırlığı hesaba katıldığı için, tarihi / kültürü yapanlar bunu bilmezler ve ortada yanıltıcı bir dengesizlik görüngüsü dolaşır. Açımlarsak, hiçbir mazlum, zulümdeki payının zalimle birlikte % 50-50 olabileceğini kabullenmez.
Popüler kültür ürünlerinin çözümlenmesi, seçkin (bilimsel, sanatsal, düşünsel) kültür ürünlerinin çözümlenmesi denli anlamlı sonuçlar verir.

Yaygın-Bayağı-Moda ve Dar-Yüce-Biricik


Kültür, tanım gereği kitlesel bir şeydir. İnsanlar, genelde hep aynı şeyleri kullanırlar, giyerler veya yerler, çünkü ta evrimin ilk aşamalarından beri birbirlerini taklit ederler. Ayrallar, genelde cezalandırılırlar. ‘Popüler kültür’ denilen, bunu standartlaştırır ve normlaştırır. Moda bir tişörtü giymeyen veya bilmem ne mankenini tanımayanlar küçümsenirler ve dışlanırlar.

Popüler kültürün seçkinleri, diyelim entellektüelleri, etkilemediği düşüncesi bir yanılsama olacaktır. Türkiye’de 60.000 tane entellektüel var diyelim. Kaçının evinde televizyon yok? Bence 1.000 tane çıkmaz. Kaçı giyim modalarından etkilenmiyor? 100 tane çıkmaz. Kaçı hiç bir manken adı bilmiyor? 10 tane çıkmaz.

Seçkinlerin yüce olacakları, diyelim illa ki Klasik Avrupa Müziği dinleyecekleri de bir yanılsama olacaktır. Ayrıca, bir zamanların entek müzik kralı Zülfü Livaneli’nin bayağılıkları da ayyuka çıkmış durumda.
Tabii ki hiç kimse, Tanıl Bora’ya zorla maç yorumu yazdırtmıyor. Tabii ki hiç kimse, hiç bir köşe yazarını ansiklopedi savaşlarına girmeye zorlayamazdı. Tabii ki hiç kimse, Uğur Mumcu’nun, Abdi İpekçi’yi vurdurttuğunu ima ettiği Aydın Doğan’ın gazetesinde yazmasını akılcılaştıramaz. Tabii ki hiç kimse, reklamcılar derneği başkanı Hulki Aktunç’un Türkçe’yi kurtarma toplantıları yapmasına katlanamaz. Tabii ki hiç kimse, YÖK profesörlerinin akademik onuru koruduğunu söyleyemez. Tabii ki hiç kimse, altmışından sonra soyunup, sanatçıya imtiyaz dilenen Yıldız Kenter’e bir şey dememek zorunda kalmamalıdır.

Geriye hiç bir şey ve/ya hiç kimse kalabiliyor mu? Biricik başyapıtlar ve yaratıcıları, yeter de artar bile (‘Tutunamayanlar’ ve Oğuz Atay gibi)…

Ekstra : Bir Moda Kültürolojisi Örneklemesi


NEO NAZİ DEĞİL, NEO TWİGGY


1968 kuşağı, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde doğmuştu. Fırtına ertesi sükunette (otoritesizlikte) büyüdüler. Onların yarattığı ‘68 olayları herkesin bildiği şeylerden birisi… Herkesin bilmediği şeylerden birisi de, Twiggy’nin de ‘68’e dahil oluşudur. Twiggy, toplama kampı terk kılıklı bir manken idi. Vogue’nün kapak kızıydı. Durumu bir tuhaftı. Onu ve onun gibileri fotoğraflayan Diane Arbus, hafiften hafiften balata sıyırtttıkça, New York acuzelerini fotoğraflamaya düştü (yoksa yükseldi mi demeliydim?). Sonunda intihar etti (başardı da). T. ise, ‘negatif I.Q.’ bakışlı bir acuzeydi… Tabii ki sonradan evlenip çoluk çocuğa karıştı.

Tarih, tümüyle onlardan ibaret değilse de, tekerrürleri epeyce içerir. Nedense ‘insanlık’ denilen, sakar çocuklar gibi düşe kalka öğrenir. O nedenle, tarihte birbirine benzer (özdeş değil) hatalar oldukça sık yinelenir durur.

1989 sonrasındaki, Soğuk Savaş ardılı dönem, bir çok yeni nazizmin de canlanmasına neden oldu. İnsanlar, ‘yahu, nasıl oldu da Hitler oldu?’ sorusunu henüz yanıtlayamadan, bir çok yeni Hitler adayı (ex-Yugoslavya’da Miloşevski, yeni Rusya’da Jirinovski, Avusturya’da Haider, Fransa’da Le Pen, vd) boy gösterdi. Bu, medyanın da etkisiyle göze çok çarptı ama kimse yeni Twiggy’leri göremedi. Yeni deyimle ‘top model’ler onu aratmayacak fizyonomideler. Ne oldu? Bir ‘anorexia nevrosis’ salgını mı geldi?

Tarihin neden-sonuç ilintileri tuhaftır. Fiziksel dünyanın tersine, tarihte sonuçlar (ontik-fenomenik asenkron nedeniyle) nedenlerden önce görüngüleşebilir. Göstergelerin çoğu anlamsızdır; dolayısıyla eldeki veriler, çokça yoruma dayalı olarak anlamlandırılır.

Peki, neo Twiggy’leri nasıl anlamlandıracağız? Yeni bir ’68 olarak mı? Yoksa yeni bir ‘69’ olarak mı? Futbolculuk ve mankenlik, çok para kazandırıyor ama aslında ün de… Ünlüler (Mills’in zayıf saptamasıyla [2]), iktidar seçkinidir. Kitle için, tapılası imajlar oluştururlar. Sınıf atlama hayallerinin en güçlü besleyicisi onlardır.

Faşizmi yalnızca erkekler oluşturmaz. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar ([3]); ister dolaylı olsun, ister doğrudan olsun, en az erkekler denli faşizme mürittirler. Neo Twiggy’ler, alkışlayıcıları ve kızlarının onlar gibi olma hayallerinin kurucuları olan kadınlar, en az Alman Nasyonal Sosyalist Partisi denli faşisttirler.

Evet, yeni bir faşizm dalgası geldi de, geçiyor bile… Pardon, yeni bir Twiggy dalgası geldi de, geçiyor bile…

 

Acı ve Haz


İnsanların acı yerine hazzı seçmesi mantıklı bir davranıştır ama yalnız ve yalnız haz almaya yönelik davranışlar, kişiyi eninde sonunda ahlaksızlığa, yani bayağılığa götürür, çünkü kendin çekmen gereken acıyı başkasına çektirirsin. Konformizm ve hedonizm, faşizmin ta kendisidir.

Bu işin kavramsal ikilem patenti, dan yazar Kierkegaard’ındır. ‘Ya-ya da’ kitabında sorar: Estetik olan ile etik olan, yani ‘güzel + haz verici’ olan ile ‘değerli + iyi’ olan birarada olamaz mı? Yanıt, Kafka’dan gelir: “Ölüm ile yaşam arasında seçim yoktur.” [4]

Faşizmin bir özelliği vardır: Kitleleri bayağı şeylerden özellikle haz / zevk alır duruma indirger. ([5]) Bu, yalnızca faşizme özgü bir olgu da değildir. Feodal dönemin aristokratları da, hizmetçileriyle yatmaktan özellikle haz almak gibi bozunum (: dekadans) görüngüleri sergilediler. Kültürler, çökerlerken laledevrileşir ya da ‘iç bade, sev güzel’leşir.

Hedonizm denli, püritenlik de işlevsizdir. Yaşamın en temel doyumlarını değillemek, abartılı marazi bir davranıştır. Bu dünyaya acı çekmeye gelmedik. Temel argüman, ikisi çeliştiği zaman izlenecek yollar üzerinedir. [6]

Bayağılaşma


Bayağılık nedir ya da neler bayağıdır?

Arabesk, bayağıdır; çünkü, düşük eğitim düzeyli bir küme için kitleseldir. Lümpendir, proleteryayı paçavralaştırır. Kültürel dekadanttır, çünkü kalıcı başkaldırı-savaşım yerine, ‘feryad-ü figan’ı yeğler. Melodramatiktir, duygularda isot düzeyinde seyreder. Katartiktir, kişiyi deşarj eder. Basittir, çünkü herkes söyleyebilir ama aynı zamanda süslüdür, ezgilerin çoğu ana akış için gereksizdir. Harmandır; çünkü Balkanlı’dır, Ortadoğulu’dur, Kafkas’tır, Hindi’dir, Farisi’dir ve nihayet Arabi’dir… Yaygın yereldir ama kürel değildir. Faşisttir (Portekiz faşisti Salazar’ın ‘3 F’sinden biri olan ‘fala’ gibi), çünkü absürdü rasyonelleştirip kitlenin oryantasyonunu bozarak onu köleleştirir / koyunlaştırır.

‘Kitsch’, bayağıdır. Hani; vitrinli büfeler, annelerimizin kızları için hazırladıkları dantelli çeyizler, taharet ve aybaşı bezleri, paçalı keten donlar, galvanizli ibrikler, çinko çaydanlıklar, sofra örtüleri, plastik çiçekler, mesler, başlık paraları, düğün fotoğrafları ve salonları, kırk gün helvaları, gavur patentli yoğurt, Almanlar’ın yapacağı rakı, sünnetlikler, Ramazan’dan Ramazan’a verilen Kuran-ı kerim’ler, (eskiden asılan) duvardaki Evren posterleri, erkeklere tacizde bulunan imam hatip lisesi öğrencisi sıkmabaş kızlar, mıknatıslı buzdolabı süsleri, kent içinde ‘4x4’, İstiklal Caddesi’ndeki Aksanat binası, camilerin altındaki dubleks çarşılar, ‘fast-food’lar (başta McDonalds’lar) ve ortalığı dumana boğan neo-icat ‘slow-food’ kebapçılar, gazete kuponları, Hülya Avşar’ın ‘Eleni’ arağı, arabalara asılan ‘CD’ler veya ‘Garfield’ler, ‘Kötü Kedi Şerafettin’ tişörtleri, sevgililer günü ilanları, otomobil alarmları, acaip renklerdeki ergen saçları, eskilerde siyah çıkan 10 Kasım başlıkları, şimdilerde e-mail zincirleri (bir de en bi’ Mahir’imiz), Eymür’ün sitesi ‘atin.org’, Güneydoğu (ve liseli) intiharları (bir de ‘Montrealli İsa’ türü organ bağışları), alkoliklere elekroşoku dayayan taşralı pizikiyatrizler, vb hep ‘kitsch’dir.

Bu bir terimdir. Türkçe olması gerekmez.

Toplu eylemlerin hemen tamamı bayağıdır: Miting, maç, cenaze töreni, cuma namazı, İstiklal Marşı saygı duruşu, milli bayramlar kutlamaları ve gençlik gösterileri, olimpiyatlar, kamyonlu piknikler, okul-aile toplantıları, işyeri yemekhanelerinde tıkıntı, mezuniyet kep giymeleri, turiz fotolamaları, havai fişekler (düşünün bir, iftar açılışı ve köprü açılışı birbiriyle ne denli bağdaşır?), kadın günleri, tarikat okumaları (bir tür ağlamalı-katarsisli dinsel edim)…

Adına ‘tarih’ denilen son 11.000 yılda toplumsallığın kölelik olmadığı herhangi bir kültür yaratılamamış durumda. İnsanlar, birbirine gereğinden ve yeterinden çok yakın. Toplu bilisizlikteki nefretler bu nedenle oluşmakta. ‘Öteki’ye hoşgörü söylemi, boş küme / işlevsiz. Toplumsallık, bayağı olmayabilir. Önümüzdeki yüzyılda, bunun için çaba gösterilmeli.

Bayağılaşma, bayağı eylemlerden zevk almayı bir ritüel, bir tören, bir kült, bir coşku durumuna çevirmektir. (Çocuğun bokuyla oynarken, bunun pis bir şey olduğunu bilmesi ama yine de zevk alması ve kendini ketleyememesi gibi.) Faşizm, bunu çok iyi becerdi. Leni Riefenstahl’ın filmleri bunu çok iyi belgeledi ama gözden kaçan şuydu: Tüm dünyada son zamanların benzer edimleri tıpatıp aynıydı, yani onlar da bayağıydı ki Hitler gittikten 55 yıl sonra bile hala da öyleler.

Lümpenleşme


Lümpen, etimolojik olarak ‘paçavra’ demektir. paçavra da kumaşın kadavrasıdır. Kültürel koruyucu hekimlik, kültürel patolojiler (cesetler) üzerinde çalışarak, gelecek için dersler çıkarır ama genelde limit sıfır müdahalecidir (veya indeterministtir).
Lümpenlik, prolerya sınıfı için sınıfsal kökenini yitirmek olarak tanımlanmıştır ama şimdilerde hemen her sınıfsal kayma, özellikle sınıf atlama çabaları için de kullanılmaya başlandı.

30 yıl bedava oturduğu apartman dairesini satın alan kapıcı, Bağdat Caddesi’nde araba yarıştıran ergen, haftasonunda bütün haftalığını diskoya bırakan çırak, gecekondu rantını yiyen üç milyon köylü, sınıfı geçirmek için kendi öğrencisine ders veren on bin ilkokul öğretmeni, aldığı haraç maaşının üç beş katı olan yüz bin polis, kitap okumayan bin koleksiyoner ve sahhaf, yemek pişiremeyen ama altın bileziklerini şıngırdatan bir milyon evkadını, MİT ajanlığı yapan savaş muhabiri, destekleme alımcı bir milyon çiftçi, ‘salla başı, al maaşı’cı bir milyon memur, kazandığından çok harcayan yetmiş milyon, birer milyar dolar hüpleten bankacılar, ‘Cardin’ marka elbise giyen şeriatçı, Hizbullah’çı Alevi, MHP’li Kürt, kütüphanedeki bedava romanları okumayan bir milyon üniversite öğrencisi, Karadeniz’deki hamsileri kurutan on bin laz balıkçı, imar rantçısı yüz numara deprem profesörleri, 1999 depremi ertesinde kızını satan anneler, çürük mal satan bir milyon esnaf, işini beceremeyen bir milyon zanaatkar, yılda elli milyon vergi ödemeyi çok gören on bin taksi şoförü, Bülent Ersoy’un şeyinin asparagas fotoğrafını yayınlayıp ardından basın şehidi olan Çetin Emeç, milliyetçi sosyalist olunabilirmiş gibi Sultan Galiyev’ci olan Attila İlhan, Sabancı’nın GAP bölgesindeki iki milyon dönüm arazisini yazıp elim (mefailün failün) bir trafik kazasında yitirdiğimiz Teoman Erel, yıllarca sendika gazeteciliği yapıp sonunda TÜSİAD arabuluculuğuna bir günde düşüveren Şükran Ketenci, Zeynep Özal’ın ayakçılığını yapıp kalp spazmı geçiren Mete Akyol, ölüm orucu arabulucuğuyla magazin dergiciliğini birarada götürebilen Can Dündar, her derde deva formüller üretebileceğini sanan Çetin Altan, hep birer lümpendi(r)ler.

İçlerindeki en gençleri ölüm orucu için seçen fraksiyon lideri de lümpendir, ’70’li yılların banka soygunlarının rantını yiyen eski tüfek de, keza uyuşturucu satışıyla devrimci halk mücadelesi verenler de...

Zihinsel ve Kültürel Gerileme


Popüler kültür, insanları zihinsel ve kültürel olarak geriletir, daha doğrusu eblehleşmeye kaçış süreçleri yaratır. Nedir bunun görüngüleri?: Değer yargıları erozyonu, motivasyon ve konsantrasyon eksikliği, beğeni gerilemesi, modaya uyma, konformistleşme, paragözleşme, bellek yitimi, taşralılaşma,  militaristleşme, engizitörleşme, faşistleşme, milliyetçileşme, vb, vd...

Kitap okunmaz taşınır, hatta yalnızca adı duyulur. Holywood filmleri seyredilir. Kişiyi, komünist mi, faşist mi yapacağına karar vermek ayağına, magazin programları seyredilir. Çeviri-çalıntı akademik tez yazılır, yakalanınca ortalık velveleye getirilir. Okumadan kitap, seyretmeden film eleştirisi yazılır. Çok satanlar satın alınır, okunmaz. Günde ortalama 5 saat televizyon seyredilir. Çaktırmadan oruç tutulur. Ordunun demeçleri zevkle izlenir.

Eğitim düzeyi, 75 yılda ortalama 2 yıldan ancak 5 yıla çıkarılır. Okumaz-yazmaz üniversite mezunları verilir. 40 yılda 3,5 darbe yapılır. Montaj sanayisi sevilir. ([7]) Borsada 15 yılda on-yirmi milyar dolar yurtdışına gider. Doktor hatasıyla, her yıl ortalama 100.000 ölüm olur. Orta malları, ressamları kendi eserlerinin sergisinden kovar. Kompradorlar, illegal parçalarla müze açarlar. B.k yediren albayım, müstakil kemik yalayıcısı rütbesine terfi eder. Adil düzenler, beş yıldızlı otellerde evlenirler ve videoya kaydederler. Anayasa Mahkemesi’nde iki tane hukukçu omayan üye olur. ([8]) Yargıtay emeklileri, üyeliğe yeniden seçilmeyince, kararlarının yarısının yanlış olduğunu açıklarlar. [9]

Sloganları ‘beni içermeyen geleceği öldürürüm’dür. Bilisel ve bilişsel (: kognitif ve informatik) faşizmin yardakçıları bunlardır.

Şeyselleşme


Şeyselleşme her şeyin metalaştırılmasıdır. Bunun nedeni de paradır. Ta 1844’te Marx’ın belirtiği üzere ([10]), 1750-2000 arasnda kapitalist kültürün temel amacı, Napolyon’vari bir biçimde ‘para, daha çok para, hep para’ idi.

Para, en kolay satarak elde edilir. Herkesin bir doyum noktası olacağından ve artık satın almayacağından dolayı, tüketim kültürü insanlara kullanmayacakları şeyler (giymeyecekleri elbiseler, okumayacakları kitaplar, vb) satmaktır. Bunun için, popüler kültür aracılığıyla  insanların eblehleştirilmesi gerekir. Eblehleştirme sürekliliği, insanları kitlesel dümura uğramaya götürür. Tek olası isyan noktası / odağı olan entellektüeller, ödül ve/ya ceza ile devredışı bırakılınca, karşı çıkacak (aslında savaşacak) kimse kalmaz. Öyle ki iyi yaşamak isteyen uyuşturucu baronları, uyuşturucu bağımlısı olurlar, kendileri veya çocukları gencecik yaşta telef olur gider. TÜSİAD’cılar, kendi hatalı üretimli arabalarında ölürler. Milletvekilleri, kendi partisinden olanları mecliste öldürürler. Marksist entellektüeller, birbirlerini ihbar ederler. Her zaman dendiğince, ‘kapitalizm kendini yiyerek yenilenir’.

Şeyselleşmenin panzehiri, insanlaşma (: hümanizm) olarak sunuluyor ama işbu yazar çifte değillemenin aslına gitmediğini, çünkü insanın aslı bulunmadığını düşünüyor. Uzak Doğu Asya metafizikleri türü (bizim tasavvuf da olur), ‘çift tarafı keskin bıçak’ nefs eğitimlerinin daha işlevsel olduğu kanısında. Ümmiler bile, yedikleri herzelerin bilincindeler, çünkü arada nedamet getirmeye kalkıyorlar. Tarihçemiz, affedilme noktasını 12 Eylül 1980’de geçti. Artık, barışçı çözümler umamayız.

Dert ve Derman [11]


Popüler kültürün bir ilacı var mıdır?

·                     Popüler kültür, insanların zihinlerini ve kültürlerini zehirler. Biricik olasılık, çok zehir alarak varlığında panzehir oluşturup bağışıklık kazanmaktır.
·                     Yalıtık kültürler yaratmak, kendi popüler kültürünü üreteceği için işlevsizdir ki buna ‘kült’ deniyor (‘rock’ altkültürü gibi).
·                     Mayalar’ınki türü, yılda bir kabilenin tüm eşyalarını kırıp dökmek türü yıkıcı edimler bir noktaya kadar işlevseldir.
·                     Bu yerzamanda olay, nefs eğitiminden geçiyor. Modaya uymayabilmek, kişilerin elinde. Cemaat yerine, birey olmayı, ceza getirse bile, öğrenmek zorundayız.
·                     Olay, tüketim yerine, tasarruf zihniyetinden geçiyor.
·                     Popüler kültürün önümüzdeki birkaç onyıldaki irdelenmesinin veri tabanı yavaş yavaş değişiyor. Bir kere 50 yılda ortalama eğitim 5-10 yıl arttı. Gerizekalılık ve karacehalet, artık koyutsal değil. Bugünün seçkin kültürel ürünleri, 10 yıl sonra ortalamaya hitap edecek. en sıradan insanlarda bile, birikimli bellek var. Holywood filmlerinin düzey çıkışını bir düşünün.

Şerh : Yorumbilim


Tarih ve kültüroloji, aynı zamanda yorumbilimdir (: hermeneutik) de… ([12]) Feodalite, kent devletlerin (veya köleci toplumların) kültürlerince ayrı, kendisince ayrı, sanayi toplumunun kültürünce ayrı yorumlanır. Asıl önemlisi, yorumbilimin kendisi de evrilmektedir. İlk ortaya çıkışı, feodal kültürel moda denk gelmişti ve daha çok teolojik bir anlamı vardı, bugünse dilbilimsel bir söylemde seyrediyor, yarındaysa mantık sistematikleri kurumunda ve bozumunda kullanılan bir araç durumuna dönüş(türül)ecektir.

Popüler kültür, kendi üzerine bir yorumdur. Holografik (: bütüncül) panoramalar yaratmak için kullanılan besleyici ışının rengi genelde tektir, yani yorumbilim bir yerzamanda genelde tekil ve dar açılıdır (ki hologramların üç boyutlu algılanabildiği açı da oldukça dardır). Zaman perspektifimizi vermiştik (1900-1950), mekan perspektifimiz de Batı Avrupa kültürüdür. Onun dışına çıkılınca, tanımlar değişir. Örneğin, delilerin tekilliği, zaman ve mekan olarak bu söylemin tümüyle dışında kalır. Uzaycılık, önümüzdeki yüzyıl boyunca kesinlikle dışarıda kalır. Savaş koşullarında işbu yorumların pek azı işler. O nedenle, şerh-limit-negasyon kritik eşiği baştan kondu.

Bir sözcüğe farklı (hatta kimi karşıt) anlamlar vermemiz, onları birbirine karıştırmamızı sonuçsamaz. Yorumbilimler için de öyledir. Birbirinden farklı veya birbirine karşıt yorumlar, birbirini değillemez. Asıl önemlisi, değişik bakış açılarını toparlayıp bütünü kavratabilir.

Bir yorumbilim örneği:

“Geçmişin gerçek imgesi, uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir. Geçmişi tarihsel  olarak kurmak, ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike (aslında yokoluş [13]) anında parlayıveren anıyı ele geçirmektir.” [14]

Yorumbilimin yorumbilimi: Aslında şimdi de öyledir. Popüler kültür, aslında kendini çok silik gösterir. Bir kaç gün sonrasında yok olabilecek malzemeler ve davranışlar içerir. ‘Yokuş yukarı’, nicedir yazılı basını (ya da eski Cağaloğlu’nu)  imlemiyor. Biz onları seçer, derler, ayıklar ve anlamlandırırız, ‘Türk basın tarihçesi’ ancak böylelikle ortaya çıkar.


Gün gelecek, tüm yorumbilimler sentezlenecek. İşte, o zaman tarih başlayacak.

 

Çıkış


1990’dan beridir ‘post-post-modern’ dönemdeyiz. Başka nedenlerle kavramsallaştırılmış globalizm (aslında Yanki hegemonyası) egemen olmuş görünmekte. AB gelmekte ki Avrupalılar bile ([15]) ([16]), onu yeni bir ‘Orta Çağ’ ve ‘faşizm’ olarak nitelemiş durumdalar bile.

21. Yüzyıl (enazından ilk yarısı), muğlaklaşma dönemi olacak. Popüler kültürün getirdiği değer yargısı erozyonuna karşı, olası bir direniş noktası, ‘Fahrenheit 451’deki ([17]) gibi herkesin bir değer olmasıdır.

Onun yerine daha küçük ve pratik öneriler dizisi: Bir akşam eve döndüğünüzde, evinize şöyle bir göz gezdirin: Son bir yıldır elinizi sürmediğiniz ne kadar kitap (örneğin ‘Sophie’nin Seçimi’), kaset (örneğin Haris Aleksiou’nunkiler), giysi (yarı paçalı Capri pantolon), vb (kedili terlikleriniz) varsa, onları atın ve bir daha aynılarını veya benzerlerini asla almayın. Televizyon seyretmeyin.

(2001)


2002

AYRALLAR ve AYRALLAR

Hiç karşılaşmadım, acaba bir kadın eşcinsel bir erkek eşcinsele nasıl davranır?

‘Kurucu’ dediğimiz uyuşturucu kullanıcılarıyla, ‘yaşçı’ dediğimiz alkoliklerin birbirini aşağıladığına çok tanık oldum.

Solak biri olarak, masa tenisinde solaklarla her karşılaştığımda zorlandım. Onlar da bana karşı zorlandı. Sağlaklara yaptığım numaraları onlara yapınca, örneğin ters kesme atınca, onlar da zorlanırlardı. Birkaçı kızardı, aldatıldıkları için…

Oğlu esmer doğduğu için sevinen, Türk tam şarışın baba gördüm, çünkü sarışın olduğu için çok aşağılanmıştı.

Dönmelerden arındırılan Ülker Sokak’ta, motorsikletliler, hristiyan filipinli hizmetçiler, zenciler var. Mesafe nedeniyle çatışma olmuyor. Demek ki nötr de olunabiliyormuş. Ancak, hepsi de çok çok gürültücü…

AFL 77’liler zekadan ve bilgiden vazgeçtikleri gibi, artık ikisini de aşağılıyorlar.

Bekar birlikte yaşama deneyimim, bana her iki cinsin de bunu çok istemesine karşın, uzanamadığı ciğere mundar diyenler gibi davrandıklarını gösterdi. Benimle yattığı için, kendinden küçük kızkardeşini aşağılayan ablası, iki yıl sonra kürtaj olacak doktor sormuştu.

Bayazıt’ta şort giydiğim için beni aşağılayan, ilkokul öğretmeni ortayaşlı kitapçı iki yıl sonra kendi giymişti.

Ne yazdığım sorulunca, yanıtlamakta hep zorlandım. Şiir, roman ve/ya öykü yazmadığım öğrenilince de, suskunlukla karışık küçümseme ile yüzleştim. Bir de para almamam aşağılandı.

Dipnot: Ayralları sayarken ölçütleri saymadığımı ayırsadım. Sonra da, kategorilerin neredeyse sonsuza limitlenebileceğini gördüm. Bilgisayar ve interneti düşünün, 5 yıl önce yaygın değildiler. Normal (matbu eserli) yazarların internet yazarlığına karşı tavrını bulmak gerek. Bu da ayrallık oldu.

Bir de, enaz bir ayrallık taşıyanların nüfusun yarısını geçmesi çok önemli bir olgu. Toplumbilim kuralları bu toplum için işlemez demektir.
 
DEMOKRASİNİN TALANI

Artı: ‘Demokrasi yağması’ ve/ya ‘yağmanın demokrasisi’… Bu deyimleri ben icat etmedim ama etmiş olmak isterdim.

2002 başı itibarıyla 1 milyon karşılıksız çek, 1 milyon ödenmemiş kredi kartı borcu, 1 milyon protestolu senet ve 2 milyon sahte belgeli (yani faturası ödenmeyen) cep telefonu var imiş.

Büyükkentlere son 30 yılda kırsal kesimden gelip yerleşmiş 15 milyon kişi 3 milyon haneyi devletin arazisini yağmalayarak yaptı. Bunun için zorbalık dahil herşeye başvurdular. Resmi olarak 2 milyon hane (yine 10 milyon nüfus) kaçak elektrik kullanıyor. 10 milyon civarında kişi, demlenmeyecek çay, sigara olmayacak tütün için devlet tarafından onyıllarca beslendi.

Devletten 8 milyon kişi maaş almakta. Bunun 2’si çalışıyor, 6’si emekli, dul, yetim ve saire… 2 milyonun 250.000 polisi kronik suç işler, 250.000 öğretmeni okuma bile öğretemez, doktoru öldürür, yargıcı asar, askeri darbe yapar ve yüzbinlerce kişiyi işkenceye yollar.

Calvino’nun bir öyküsü gibi olduk: Talan (orada hırsızlık) kısırdöngüsünü bozan kişi cezalandırılır.

Geriye ne kaldı? 10-15 milyon gariban ki onun da (tümüyle kendi gözlemlerim sonucu belirtiyorum) yalnızca 1 milyonu ahlaklıdır, diğerleri henüz talanı beceremeyenlerden oluşur.

Yalnız şu var: 5 milyon kişilik İstanbul işgücünün 500.000’inin işportacı olduğu resmen açıklandı. Kirasız ve vergisiz kazanç aldığımız doğru ama kimse işi varken sokağa inmez. Yine de bunların bir bölümümün ikinci işi yapan, sınıf atlama eğilimlisi lümpen proleterya oldukları da açık.

Sözü depreme bağlayacağım. 1999 bize ders olmadı. En geç 2030’da gerçek bir darbe daha yiyeceğiz.

(1 Nisan 2002)

2003

EUROVİSİON : ALATURKA KİTLESEL HİSTERİ

Cumartesi akşamı Sertap Erener, Eurovision şarkı yarışması birincisi oldu.

Pazar akşamı Beşiktaş, yüzüncü kuruluş yılında lig şampiyonu oldu.

Arada Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ fimi, Cannes Film Festivali’nde 3 ödül aldı.

Bizde alaturka kültürel aşağılık kompleksi vardır. Eurovision için 28 yıldır debeleniyoruz. Oysa ki o yarışmayı kazanıp, şarkıcı kalabilen biri yok.

Sertap Erener’in şarkısı için İstanbul Güncesi’nde düşüncemi yazmıştım: Özetle berbat...

Tüm bunları okuyan biri, beni aşağılık takınağı duymakla veya TC düşmanı olmakla suçlayacaktır.

Açılım:

Fakir Baykurt başarılı köy romanları yazma yolunun başındayken, Mübeccel Kıray ona ve Yaşar Kemal’e Türkiye’de köylülüğün bittiğini 1955’te söyler. Sonra ne olur? Fakir Baykurt 1980-1995 arasında 15 yıl Almanya’da yaşar ve uluslararası bir yazar olur. Yaşar Kemal de köy romanları yazmaktan vazgeçer.

Nobel edebiyat ödülü 1970’li yıllarda hep Latin Amerika köy romanı yazarlarına verildi. Bugün Latin Amerikalı yeni yazar çıkmıyor, çünkü onlar taklit edildi ve bugün onların tarzı ve üslubu moda değil...

Ödül ve/ya ceza...

Bugün matris toplumuyuz. Bizi oraya varmaktan, başkaları da, kendimiz de alıkoyuyoruz.

Bugün Türkiye’de bilimkurgu yazarı yok. Neden yok? Çünkü o denli ileri soruları sorabilecek kişilerin oluşabileceği ortam hazırlanmadı.

Köy enstitüleri ve fen liseleri... İkisi de başarısız olan projeler... İlki Baykurt’u, ikincisi beni yetiştirdi.

Bugün ileri zekalı öğrenciler için başka projeler üretiliyor ama hepsi resmi, bakanlığa bağlı ve okullar için...

Oysa okuliçi eğitim dönemi bitti. O proje, ‘okul-işyeri-huzurevi-televizyon’ ile çarmıha gerilen yaşamlar yaratmak içindi.

İkinci Sanayileşme 50 yıldır başlamış ve epeyi ilerlemiş durumda. (2005-2015 arasında biraz gerileme ve/ya duralama yaşayacak.) Bu kültürel modda, bir önceki tüm modlar çatlayacak. Eğitim; okuldışı, eviçi, bilgisayariçi olabilir. Olmayabilir ve yeni birşeyler de olabilir.

Standart iş saatları bozulalı yıllar oluyor. Eviçi çalışma var. Yarım gün çalışma var. Proje çalışması var. Ar-ge var ve 25 yıl sana ürün çıkarmadan para ödeyebiliyorlar.

Yaşlılık dönemi çok uzadı ama henüz o dönem için yaratıcı çalışmalar üretilmedi ama Shaw ve Russell gibi 100 yıl yaşayıp yazar kalabilen örnekler elimizde.

Demek ki neymiş?

Yarın oradaymış. Geçmiş cennetlerine tapmanın gereği yok. Köy romanı da geçmiş, Ceylan’ın taşra sıkıntısı öyküleri de...

En iyi fotoğraf henüz çekilmedi. Birçok bulut fotoğrafı çekildi ama en iyi bulut fotoğrafı henüz çekilmedi. İstanbul bulutları hiç mi hiç çekilmedi.

Geleceğe giden yolda ödül yok. Artık ceza da yok. Ne Eurovision, ne UEFA, ne de Cannes, biz alaturkalar için artık bir ilaç değil...

(26 Mayıs 2003)

GÜNÜMÜZÜN GLOBAL KÜLTÜROLOJİSİNDE MOMENTLER

Tartışma metni: Dünya Sistemi, İmge Yayınları, derleyenler, Andre Gunder Frank ve Barry K. Gills, çeviren: Esin Soğancılar, Nisan 2003, 574 sayfa.

Yanomamöler’in veya Aborijinler’in günümüz dünya kültürüne katacakları bir şey yok. Bu, onların yok edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Dinlenmeleri gerekmediği anlamına gelir.

Kızılderililer, ‘babamdan on ağaç aldım, oğluma on bir ağaç bırakacağım’ demiş ama onların 1492’ye dek, Amerikalar’da ağaç sayısını arttırdığına veya ormancılık yaptığına ilişkin bir kayıt yok.

Mick Jagger Abidjan’daki gündelik kültürde sakil kaçıyor olabilir.

İstanbul’da kadın DJ sesi taklit eden kenar mahalleliler sakil kaçıyor. Aynı annelerininki gibi bir evlilik yaptılar, yapıyorlar, yapacaklar. Oysa, global kültürde aile kurumu yok oluyor.

Global blok bir kültür önesürümlerine itirazlar:

Yazı kültürü global değil. Dünyanın yarısı yazı kültürünü kullanmıyor. ‘Uygarlık’ denilen yazı kültürüdür.

Kent kültürü henüz % 50 olmuş durumda. Uygarlık kent kültürüdür.

Savaş-ticaret dengesi savaşın lehine sürüyor. Dünya kuru gıda üretiminin % 25’i dış ticarete maruz kalıyor. Bu oran % 50 olunca, savaş-ticaret dengesi bir daha gözden geçirilir.

Huntington-Fukuyama batıcılığı ile, Wallerstein-Amin globalizmi bir noktada örtüşür. Müdahale edilemeyen boş bir kültür alanı bırakmazlar.

Bu globalizm, AB-ABD ve İslam-Hristiyan çatlağını görmezden gelir. Birincisi, güçlü-güçlü, ikincisi güçsüz-güçlü çatışmasıdır.

AB’nin, ABD’nin dünya demokrasisine verdiği zarara sessiz kalması, onların yeni orta Çağ’ını imler. Önümüzdeki 100 yıl boyunca, savaşsız ve çok durağan bir kültürleri olacak ve yarattıkları ve onların dünya egemenliğini bitiren iki dünya savaşından sonra, buna çoktan razılar. Haider, Le Pen, Miloşeviç, öldürülen Belçikalı eşcinsel faşist gibileri hep olacak.

Hindistan, 50 yıl daha global kültüre katkısız kalacak. Çok iyi yazılımcılar çıkarıyorlar ama kültürel ana gidişe etkileri henüz yok.

Bilgi toplumu olmaya, AB ve ABD’nin bir katkısı / artı-değeri artık sözkonusu değil. Şu anda bu katkı vektörü boşta kalmış durumda.

Bİ (bilgi işlem) teknolojileri, yılda 2 trilyon dolar ile, uyuşturucuyu ve petrolü çok geride bırakmış durumda. Üstelik Bİ teknolojileri dünya nüfusunun henüz yalnızca % 10’u tarafından kullanılıyor.

Bİ cirosunun onu kirli bir iş alanaı yapmaya yetip yetmeyeceği tartışmalı. Bill Gates’in Microsoft’un başında yaptıkları bir gün tam öykülenirse, gelecek bunu öğrenebilir.

Mesai saatının azalması, emekliliğin / yaşlılığın yaşanabilir bir zaman kılınması, eğitim süresinin uzaması ve mekanının okul dışına alınması, global okuryazarlığın yüzde yüz oranına çıkarılması, bedava sağlık hizmeti sağlanması, uzaycılılığın masraflarının insanlık zenginliğinden alınabilmesi, demokrasinin çok daha yoğun katılım düzeyine evriltilebilmesi, nüfus artışının durması, çevre kirliliğinin temizlenme düzeyine tersindirilmesi, fosil kaynaklar yerine yeni bir enerji kaynağı bulunması, İkinci Sanayileşme’nin günümüze izdüşen sorunsalları.

(7 Haziran 2003)


DÜNYA EĞLENCE SEKTÖRÜ 2002

(Milyar dolar ciro)                                                                               
TV                                           101,3 +
Kablolu TV                            70,0 = 171,3 = TV Toplam
Spor                                        130,4
Kitap/Dergi/Gazete              90,1
Sinema                                   15,6 +
VHS/VCD/DVD                    32,6 = 48,2 = Sinema Toplam
LP/MC/CD                            40,1
Konser                                   3,5
Bilgisayar oyunları               16,4                                                        
=
Toplam   =                              500 (5 G insan için, 1 G insan aç)

Yorumlar:

1.        Boş zamanda yalnızca kültür tüketilmez ki zaten bilgisayar oyunları ve televizyonda maç seyretmek, kültürel açıdan kitap okumakla karşılaştırılamaz. Turizm kesinlikle eğlence (500  G$ ciro). İçki (100 G$ ciro) ve uyuşturucu (1.000 G$ ciro) kesinlikle eğlence. Fuhuş eğlence ama cirosu bilinmiyor. Kumar eğlence ama cirosu bilinmiyor. İnternet (600 M kullanıcı) novum bir boş zaman değerlendirme ama göreli bedava sayılır. Ayrıca birçok AB ülkesinde yalnızca halk kütüphanesindeki kitapları bedava okuyarak yeterince bilgilenebilir ve eğlenebilirsiniz ki eskiden reel sosyalist ülkelerde de öyleydi.
2.        Ev sineması, salon sinemasının iki katı ciro yapmış, şaşırtıcı. (Birim fiyatları yaklaşık aynı.) Bir VHS’yi 5 kişilik hane halkının 3-4’ünün seyredeceği de hesaba katılmalı. Sinemanın yolu var, yemeği var. Böyle düşünülünce durum anlaşılır oluyor. Tabii birden çok seyir de var, hele hele çocuk filmleri olunca.
3.        TV ve spor çok büyük fark atmış ama ikisinin arakesiti olan naklen yayınlar için ayrı bir sayı verilmemiş ama ülke ülke sayı bulunabilir.
4.        Kitabın cirosunun filminkini ve müziğinkini geçmesi şaşırtıcı. Türkiye’de ciro değil de, tüketici kişi veri tabanında tam tersi bir durum var: 5 M kitap (ki korsanla 10 M deniyor), 10 M sinema (ki 20’yi bulduğu, hatta 30’u zorladığı oldu), 25 M müzik (ki 70’i bulduğu zaman oldu) ve ortalama birim fiyatları aynı.
5.        Dünyada kişi başına yılda bir kitap satışı düşmüyor. Burada ücretsiz kütüphane hizmetlerini akılda tutmak gerek. Bir de etkin okuryazarlık eksikliğini.
6.        Bilgisayar oyunlarının sinemayı geçmesi çok ilginç ama 1 oyun 5 film parası ediyor. Tabii, oyun takası da sözkonusu.
7.        Toplam cironun 500 milyar dolar etmesi, eğlence sektörünü de pis para kılıyor ki TV pisliği ortada.
8.        Eğlence için kabaca kişi başına 100 dolar harcamanın, bizdeki karşılığında ilaç ve/ya ulaşım değerinde olması ilginç. Turizmin 600 milyon kişi için 500’er-1.000’er dolar, dolayısıyla üst sınırda aynı ciro olduğunu da belirtelim.
9.        Aslında bu pazar çok çok büyütülebilir. Yılda 10 M tane olan kitap satışı Türkiye’de rahatlıkla (12x72=) 850 M tane olabilir ki bu ek 5 G$ daha demek olur. Günde 5 M tane olan gazete satışı rahatlıkla 15 M olabilir ki bu ek 1,2 G $ daha demek olur. Türkiye genelde dünyanın kabaca % 1’ini temsil eder. Global olanakları düşünün. Aslına bakılırsa, aynı durum sinema ve müzik için de geçerlidir. 40 K$ dolar kazanıp bunun 4 K$’ını uyuşturucuya veren biri, bunun 400’ünü rahat rahat kültüre verir, yeter ki kafa yapsın, kültürel ürünlerle eğlensin.

+

Bir de ABD 1997’ye bakalım:

Kaynak: World Almanac 1998.

(Milyar dolar ciro)                                                                               
TV                                           50 +
Kablolu TV                            40 = 90 = TV toplam
Spor                                        6,7
Kitap                                      25,2 +
Dergi                                      29,1 = 54,3 = Yayın toplam
Sinema                                   6,6 +
VHS/VCD/DVD                    20 = 26,6 = Film toplam
LP/MC/CD                            12,2
Konser                                   2 = 14,2 = Müzik toplam
Tiyatro, Opera                      10
Bilgisayar Oyunu (2002)     27 Milyon                                             
=
Toplam   =                              206,8 G$

Yorumlar:

1.        Kitapta ve dergide ABD, milyar dolar ciro bazında dünyanın ‘55 / 90’ı ise de, basılan kitap sayısında 1.000 adet çeşit bazında ‘55 / 900’üdür, bunda bir uygunsuzluk var, ABD’de 1 kitap dünya ortalamasının 10 katı satıyor olamaz ki ortalamasının AB’ninkinden aşağıda olduğunu biliyoruz. Artı yarı yarıya oranda da bir yanlışlık olmalı. Japonya gazetede, İngiltere kitapta ABD’yi çok ileride olarak geçiyor. Birim fiyat her yerde kabaca aynı: Cep kitabı = 10-15 dolar, gazete = 25 sent.
2.        Broadway tarzının, ABD’de sinemayı ve müziği yakalaması çok ilginç ama diğer ülkeler için bu sanat ciroları eksik. Türkiye için devlet tiyatrolarının düşük bilet fiyatları nedeniyle ciro 1.000.000 dolardan düşük olur. Oysa, Pina Bausch 5 günde tek başına 25.000 seyirci ve 500.000 dolar topladı.
3.        Türkiye’de albümleri 1.000.000 kaset satmış Sezen Aksu’nun turnesi bile 1.000.000 dolar toplamaz, oysa ABD’de 100 milyon dolarlık turneler var.
4.        ABD’de televizyon başına 3-4 milyar seyirci toplayabilen futbol yok, o nedenle spor cirosu düşük. Bir de dünya çapında bir çok olimpiyat var. Artı spor ve televizyonun arakesiti belirtilmemiş.
5.        ABD’de televizyon sektörü, dünyadan görece çok büyük.
6.        Bilgisayar oyunları için sayı yok. Ek: ABD 2002 için 27 milyon dolar deniyor ama öyle olmaması gerek (çeviri hatası nedeniyle aslında milyar dolar olabilir).

(27 Aralık 2003)

2004

TÜRKİYE’NİN BORÇ YÜKÜ : 1

Kasım 2002 seçimlerinden sonra, Ocak 2003’te Türkiye’nin dış borç yükü 200 milyar dolardan 260 milyar dolara birdenbire çıkıvermişti. Sabah gazetesi Ocak 2003’te bunu manşetten verdiyse bile, iddiayı kimse yanıtlamamıştı.

AKP iktidarını açıkça dastekleyen Yeni Şafak gazetesinde Aralık 2003’te 2004-2009 yıllarında toplam borç ödemesi 270 milyar dolar olarak gösterilmişti ama açık döküm verilmemişti.

Abdurrahman Yıldırım, Sabah gazetesindeki 16 Ocak 2004 cuma tarihli yazısında şu sayıları vermiş:

Toplam borç (milyar dolar) =127,2
İç = 116,2
Dış = 11,0

Ödeme = 16,4
Yeniden iç borçlanma = 102,1
Yeni dış borçlanma = 4,8

Şerh: 2004-2005 dış borç ödemelerinin 44 milyar dolar olacağı daha önceden gazetelerde kezlerce açıklanmıştı. Hazine sayılarda birşeyleri değiştirmiş.

20 Ocak 2004 tarihli Radikal’de Mahfi Eğilmez şu sayıları veriyor:

Kamu iç = 120
Toplam dış = 142
Kamu + özel = 68 + 76
Toplam = 262

Reel faiz 2004 için % 10-15 olarak bekleniyor ki bu borçlar için açıktan ödenecek 20-40 milyar dolar demektir. Her durumda açıkça ortadadır ki AKP hükümetleri, 2003-2004 yıllarını kapsayan 2 yılda devletin reel borç yükünü azaltmamış ve azaltmaya da niyetlenmemiştir. Göründüğü kadarıyla, daha ilerisi için böyle bir niyetleri de yoktur. Örtülü ödenekler ve program dışı harcamalar bu hesaba dahil değildir.

Şerhler:

  1. Dış ticaret açığı aynen sürmektedir. Otomobil ihraç edildiği savlanırken, iç payasada ithal oto satış oranı toplamın üçte ikisine yükselmiştir.
  2. Turizm gelirleri tartışmalıdır. Ne kadarının devlet kasasına girdiği belirsizdir. Hele hele teşvikler ve vergi indirimleri çıkınca, ne kadarının kar olduğu çok belirsizdir.
  3. İhracatın ve turizmin fırsat maliyeti, enflasyon demektir. İhracatta ve turizmde mallar ve hizmetler iç piyasadakinin yarısından daha ucuza satılmaktadır. Ayrıca, hayali ihracat ve ithalatta sahtekarlık (ara malı iç piyasaya sürme) kayıtsızdır.
  4. Piyasayı makro düzeyde borsa, faiz, kur ve enflasyon değil; üretim, yatırım, işsizlik, dış ticaret açığı, savunma harcamaları ve borçlanma belirler, belirlemiştir de...
  5. Borsada 18 yılda 27 milyar dolar para küçük yatırımcının cebinden çıkmıştır. Borsa, piyasa için bir finansman kaynağı değildir.
  6. Bankalar üretimin % 99’unu yapan KOBİ’lere, kredinin % 20’sini vermektedir. Demek ki bankalar da piyasayı finanse etmemektedir. % 10 enflasyon ile % 25-45 kredi kartı faizi realiteyle bağdaşmaz.
  7. Tümünün çözümü için, yatırım ve reel üretim gerekmektedir. Türkiye dışarıya satacak yeni mallar ve hizmetler üretmek zorundadır. Almanya’ya işçi gönderme ve Libya’da inşaat ihaleleri dönemi geride kaldı. GAP ıskalandı bile... Bu gidişle askeri malzeme ihraç edeceğiz. Ordunun niyeti öyle görünüyor.

Bu durumda Türkiye’nin borç yükü 2004-2013 arasındaki 10 yılda azalmayacaktır. Özel bankaların borç yükü de reel faiz bindirilerek devlete yüklenecektir, yüklenmiştir de... 1993-2003 arasında % 25-30 reel faiz demek, borcun kendi kendine 10 katı olması demektir, olmuştur da... Çok basit: Türkiye 1983-2003 yıllarında 1 trilyon 55 milyar dolar borç almış ama 177 milyar dolar yatırım yapmıştır. Geri kalanı tüketime, yani havaya gitmiştir. Yollarda salınan her 4x4, 100 kişilik işsizlik ve ekstra zam demektir. Bu nedenle bugün devletin temel hizmetleri fahiş fiyatlara satılmaktadır. Özal gibi, Erdoğan da cumhurbaşkanı olur ama ülke yine batar. Popülizm AKP’yi de boğacağa benzer.

İSTİHDAM ve YATIRIM

Bilgi alıntısı: Güngör Uras, Milliyet, 24.01.04, sayfa 7.

Bir kişiye iş imkanı yaratmak için kaç liralık yatırım gerekiyor? Ortalama = 142,7 milyar lira.

Dolar = 1.400.000 TL

Sektörler (milyar TL)___

Tarım                      79,3
Madencilik            24,0
İmalat                     119,7
Enerji                      1.158,9
Hizmet                    218,6

Bölgeler (milyar TL)____

Marmara                193,8
Ege                         94,1
Akdeniz                 113,0
Karadeniz              70,2
Çok bölgeli            92,8

Şimdi, bunlar ya hiç hesap bilmiyorlar, ya hiç sopa yememişler.

Bu ülkede 4 milyon esnaf-zanaatkar ve 4 milyon çırak var. Birinciler ikincileri çalıştırmak için 400 milyar dolar para mı harcadı? Adam başı o kadar paraya TIR alınır, taksi plakası alınır, minibüs hattı alınır. 100.000 dolar peşin paraya 50-100 kişinin çalıştığı süpermarket açılır.

Hayvancılık ve tarım diyelim. 2 sığır veya 3 dönüm arazi 5 kişilik 1 aileyi 1 yıl besler. Sığırın tanesi 50, tarlanın dönümü 35 bin dolar mı?

Ha, devlet 20 yılda 1,77 milyon kişiye, yani yeni memura iş alanı açmak için 177 milyar dolar harcadı, doğrudur. Ancak, yanısıra koskoca GAP bitti. GAP’ın kendisi tek başına 5 milyon kişiye iş demek ama onu da toprağı tuzla öldürüp batırmakla meşguller.

Yatırım yapabileceklerin içinde en üstte banka batıran dolar milyarderlerimiz var, 50 milyar dolar yediler. Ortada KOBİ’ler var, toplam üretimin % 99’unu yapıp, toplam ticari kredilerin % 15’ini alıyorlar. En altta esnaf ve zanaatkarlarımız var, hiçbir şey alamıyorlar. Bankalar bunları pas geçip, üreticileri finanse etmek yerine, kolay lokma bulduğu tüketicileri kredi kartı aracılığıyla borçlandırıyor ve onlara 2003’te 30 milyar dolar harcattırıyor. Borsada küçük iştirakçiye 18 yılda 26 milyar dolar para yitirtiliyor.

Yatırım bu değildir, istihdam bu değildir, üretim bu değildir. Bir de ondan sonra kalkıp, kamburun kamburunu başkalarına yükleme isteği gibi, iştirakleri ve üretimleri için İş Bankası’na saldırıyorlar.

Bu ülkeye 100 milyon baş hayvan daha gerekli. Bu ülkeye 10 milyar ağaç daha gerekli. Bu ülkeye 10 milyon kişilik daha toplu taşıma düzeni, özellikle tren gerekli. İslam ülkelerinde 100 milyon kişiyi besleyebilecek tarım ürünü artı değeri gerekli, oysa biz gıda ithalatı yapıyoruz. Yılda 1 milyar litre (10 milyon kişi için 100’er litre) içecek su üretebilmemiz ve litresi şimdilik 1 dolardan ihraç edebilmemiz gerekli. Demek ki sulama suyunu, hatta deniz suyunu nitelikli içilebilir su haline dönüştürecek yatırım gerekli.

Say say bitmez. Hiçbiri de adam başı 100.000 dolar etmez. Demek ki yatırımcı olmayan ve sıfırdan başlayıp küçük üretici olacak birilerini finanse etmek gerekli. 10 milyon dönüm kıraç araziyi verimli tarlalaştırın ve topraksız köylüye dağıtın, merak etmeyin ‘komüniz’ demezler, onun modası geçti. Köykentlerin ve kooperatiflerin de modası geçti. Kapitalizm oyununu kuralına göre oynamayı öğrenmemiz gerekli. Poker masasında pişti oynanmaz.

Tabii ki bu işi devlet yapmayacak, tabii ki bu işi TÜSİAD yapmayacak, tabii ki bu işi MÜSİAD yapmayacak, tabii ki bu işi KOBİ’ler yapacak, tabii ki esnaf ve zanaatkarlar biraz büyük düşünüp yapacaklar. Bugün bankalarda 70 milyar dolar nakit var. Bunu kullanıp yeni girişimci olacak 1 milyon kişiye gereksinim var.
2005

DÜNYADA LAİKLİK

Yapılan bir araştırmada dinin devlet işlerine karışmaması anlamında laiklik konusunda dünya ülkelerinde şu yüzdeler çıkmış:

Fransa                    85
İspanya                  >75
Meksika                 75
Avustralya            75
Almanya                75
İngiltere                 75
Kanada                  72
G. Kore                   68
İtalya                      63
ABD                       60

Aynı ülkelerde tanrıya inanma oranı şöyle imiş:

Avustralya            49            inanıyor
11                  inanmıyor

İngiltere                 33            inanıyor

Kanada                  12            inanmıyor

Fransa                    25            inanıyor

Almanya                49            inanmıyor

Meksika                 89            inanıyor
02                  inanmıyor

G. Kore                   45            inanıyor
                                25            inanmıyor

İspanya                  50            inanıyor
20                  inanmıyor

Hadi, inanırsın veya inanmazsın ama geriye kalanlar ne? 21. Yüzyıl’da ortalama 12 yıl eğitim görmüş G-7 vatandaşları daha tanrı hakkında bile düşünmemiş ve karar vermemiş. İspanya iyice ilginç durumda: % 80’i kendini Katolik olarak tanımlarken, % 50’si tanrıya inanıyor. Bu nedir böyle? Gerçi şunu kanıtlıyor: Din insanlar için tanrıdan önce gelir, çünkü onlara bir yaşama biçimi sunar, özellikle de katoliklik.

(7 Haziran 2005)

İSTANBUL’UN KAOSUNU KORUMAK

10.000 mimar İstanbul’a gelip kent trafiğinin canına okudu, NATO ve HABİTAT toplantılarında olduğu gibi…

Bunlardan biri (Odile Decq) İstanbul’un kaosunu korumak gerektiğini söylemiş. Bu denli gerizekalılık, bu denli karacahillik olabilir.

Bir kere kaos değil, çoğulluk… O da bazıları… Draman’ın üzerine Sultanbeyli geldi de, çok mu güzel bir kent olduk?

İstanbul zaten zorunlu olarak 2 parçalı ve bu iki parça, Avrupa ve Asya yakası iki benzemez durumda.

Öncelikle bakışımlılar: Batı yakası batıya açılıyor, doğu yakası doğuya… Tekirdağ-İstanbul henüz tam birleşmemişken, İstanbul-İzmit 1980’de birleşmişti.

Doğu yakası sanayi iken, batı yakası turizme ve kırsala doğru açılıyor. Tekirdağ-Küçükçekmece arasında 500.000 kişilik yazlık ev var.

Tersine, diklemesine alalım: Batı yakası tümden meskunken, doğu yakası dolar milyarderlerinin şehircilik faciası beton yığınlarına açık yalnızca… Batı yakası Sarıyer’de biterken, doğu yakası Beykoz’da biter. Bu da başka bir asimetri.

Batı kentin kültür merkezlerini içerir, aynı zamanda turizm… Doğu yalnızca yerleşimdir.

Anayollar kenti dilimler. Sahil yolları sahili çizer. 2 köprünün otoyolları bunları parçalara böler.

Batı’da Eminönü, Beşiktaş, Taksim birincil merkez iken, doğu’da Üsküdar ve Kadıköy vardır.

Buraya dek pek düzensizlik yoktur. Düzensizlik yeni kurulan semtlerdedir. Özal sonrasında kurulan hiçbir semtin, yani kentin % 80’lik alanının hiçbir planı programı yoktur. Ağaç yoktur, kat sınırı yoktur, hatta yol yoktur.

Sonra İstanbul’un kaosunun kuralları vardır. Her Anadolu şehri en az bir semte damgasını vurur. Bunu o semtlerden o şehirlere kalkan otobüs ilanlarından izleriz. Bazı semtler karma şehirlidir ama bu daha çok ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin aynı kentten olmaması ve bir önceki kuşağın sınıf atlama eğilimi nedeniyle, kendince kıymetlediği başka bir semte taşınmasından dolayıdır.

Buraya kadar korunması gereken ne imledim? Hiçbirşey…

Yıkılması gereken en az 100.000 bina var. Yapılması gereken en az 1.000 park ve 100 kütüphane var.

Uygulanması, hem de çok katı uygulanması gereken kurallar var: Kırmızı  ışıkta geçmemek, yere izmarit atmamak, sümkürmemek, balgam atmamak,  ağaçlara elini sürmemek, sokağa çamaşır asmamak… Bunların sürekli uygulanabilmesi için, aynı ehliyete el konması gibi, İstanbul ikametine el konmalı cezalar gerekir…

Yabancılar düzenin tekdüzeliğinden sıkılıyor ama çokluğun bokluk olduğunu bilmiyor, çünkü gırtlaklarına Kürt veya Çingene falçatası yemeden gidiyorlar bu kentten…

(5 Temmuz 2005)

DEĞİŞİMİN DEVİMSELLERİ

Değişimin demografik altkümeleri / kategorileri / parametreleri:

Değişimi isteyenler:

Zarar göreceği halde değişimi isteyenler:

Devrim peşinde koşan burjuvalar vardı. Devrim gerçekleşince de varlıklarını yitirdiler.

Değişimden çıkar sağlayacaklar:

Bu maddi veya manevi olabilir. Örneğin devrimi parti başkanlığı için isteyen çoktur.

Klasik entellektüeller gibi değişim için misyon üstlenenler:

Toplumu eğitmek, onu ilerletmek gibi ülküleri vardır. Ancak çelişkili olarak kişisel yaşamları oldukça tutucudur, örneğin Rıfat Ilgaz gibi klasik evlilikler yaparlar.

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı için değişenler:

Bunların çok az bir bölümü kelle koltukta ‘ye herro, ya merro’ gibi gözküra bir biçimde değişime dalarlar.

Bilmeden değişenler:

Feodalizmden kent kültürüne geçerken 1950-2000 arasında Türkiye köylüsü nasıl değiştiğini hiç mi hiç ayırsayamadı. Bilseydi freni sıkardı.

Salınım değişkenleri:

Brown devinimine uyanların genel görüngüsü. Ya oldukları yerde kalırlar, ya da mehter adımı iki ileri bir geri yavaşlığında devinirler. Orta karar aydınlar böyledir.

Değişimi yaratanlar ama belki de istemeyenler:

1980 darbesi istemeden ve sonuçlarını görmeden Türkiye’de feodalizme sonul darbeyi vurdu. Menderes’ten beriki sürecin sonuç görüngüsünü onlar yarattı. Bunu bilselerdi, istemezlerdi.

Değişimi tasarlayanlar:

Odo gibi devrimi tasarlayıp, yeni gezegene hiç gidemeyenler.

Değişimi istemeyenler:

Geleneksel olarak değişime karşı çıkanlar:

Gelenek pratikte haklıdır. Denge ve düzen vardır. İnsanlar bu durumda daha az acı çekerler. Sorun, davranışın töreleşmesi ertesinde, uzun vadede değişen dış koşullara karşı kültürel ve zihinsel iç tepkilerin geliştirilememesidir.

Halihazırdaki durumdan çıkarı olanlar, yani egemen güçler var olan statüyü ve konjonktürü savunurlar. Zaten sabit koşullarda kestirim yapmak, yani yönetmek daha kolaydır.

Bilgisiz, bilisiz, bilişsiz, bilinçsiz olanlar:

Evkadınları böyledir. Dayak yememesi için gereken değişime bile karşı çıkar ama karşı çıktığını bile ayırsamaz.

Mizaç sorunu olarak değişime karşı olanlar ki insanların, özellikle yetişkin ve daha yaşlı insanların tutum ve davranışı böyledir. Yararlarına olsa bile, değişimi beceremezler ve değişmeyi istemezler.

Sonuç:

Tarih, en önemli liderlerin değişim etkisi dozlarının çok kısa sürede silindiği örneklerle dolu. Yalnızca liderlerin değil, toplamda hiç kimsenin, yalnızca birinin istediği biçimde değişim olmuyor.

Çok fazla değişim zorlaması, kitlede değişime karşı özel direnç geliştiriyor. O noktadan sonra zorbalık işin içine giriyor.

Değişim genelde gönüllü olmuyor.

Brown devinimi yalnızca eşit / özdeş atomlarda değil, birbirini götüren itkiler nedeniyle, 1-10 veya 1-100 farklı ölçeklerdeki karışımlar için de kabaca geçerli oluyor. Yani iktidar seçkinlerinin gücüyle, kitleninki birbirine yakın olabiliyor ve değişim vektörleri toplamı sıfır olabiliyor.

Değişim pek o kadar kolayca kestirilemez. Hem sinerji var, hem anerji. Hem mutasyon var, hem katır.

Eğer tüm bunlar hesaba katılırsa, sanki yepyeni bir değişim modeli kurulabilir gibime geliyor. Deneyeceğim.

KİŞİSEL HARCAMALARIM 2005 ve TÜRKİYELİLER’İN KİŞİSEL HARCAMALARI 2004

KİŞİSEL HARCAMALARIM 2005

Kira                         200
Ev diğer                 50
Gıda                        50
Ulaştırma               15
Giysi                       5
Lokanta                  30
Alkol                      150
Kültür                     15
Sağlık                     0
Eğitim                     0                             
Toplam                   515

Alkol çıkınca, Türkiye ortalamasıyla aynıyım. 18-40 yaş arasında asgari ücretten aşağıdaydım.
Ayrıca yenisi fiyatıyla, ayda 200 YTL’lik VCD tüketip ödemiyorum
Ayrıca yenisi fiyatıyla, ayda 200 YTL’lik kitap ve dergi tüketip ödemiyorum.
Şarapta ayda 100 YTL özel tüketim vergisi ödemiyorum.
Fişle ayda 50 YTL vergi iadesi alıyorum.

TÜRKİYELİLER’İN KİŞİSEL HARCAMALARI 2004

TC-2004 DÜZELTİLMİŞ    

Konut                     103                          100
Gıda                        101                          100
Eşya                       25                            25
Ulaştırma               36                            35
Giysi                       25                            25
Lokanta                  17                            15
Haberleşme           17                            15
Alkol sigara           16                            15
Kültür                     9                              10
Sağlık                     9                              10
Eğitim                     8                              10
Diğer                      15                            15           
Toplam                   381                          375

Bu yıl için % 15-20 ekle. Resmi enflasyon sözde % 5-10 ama buyalan.

Dolar 1,365 YTL ama 1,95-2 YTL olması gerekli. Bu durumda kişi başına aylık 200-250 dolar arası bir gider eder ki ‘resmi kişi başına yıllık GSMH’ ile uyuşuyor.

Şerh: % 30’luk kırsal kesimde bu dizilim farklıdır.

GIDA-BEN            GR           YTL

Ekmek                     4.000       4
Şeker                      200          0,2
Tavuk                     1.000       4
Süt                          1.000       1
Beyaz peynir         1.000       5
Siyah zeytin          500          3
Yoğurt                    1.000       2
Domates                1.000       0,5
Neskafe                  100          2,5
Yumurta (tane)      15            1,5
Pirinç                      300          0,5
Bakliyat                  500          1,5
Meyve                   20.000     20
Sebze                      6.000       4
Sıvı yağ                  250          0,3                          
                                                Toplam = 50 YTL

Eskiden kırmızı et ayda 10 kg, ekmek ayda 18 kg (90 adet) idi.

Patates ayda 1 kg, makarna ayda 1 kg idi.

Tatlı tüketimim ayda 2 kg idi.

Yağı hep çok az tükettim. Katısını ise hiç tüketmedim.

Meyveye bu denli para harcadığımı hiç ayırsamamıştım.

GIDA-TC               GR                           YTL

Kırmızı et                749                          10
Ekmek                     5.243                       8
Şeker                      1.250                       2
Tavuk                     601                          3
Süt                          2.754                       3
Peynir                     521                          2
Zeytin                    300                          1,5
Yoğurt                    1.530                       2
Domates                2.352                       1
Çay                         220                          1
Yumurta (tane)      10,4                         1
Pirinç                      680                          2
Elma                        1.164                       1
Patlıcan                  553                          0<0,5
Ispanak                  241                          0,5
Patates                   1.894                       1
Portakal                  831                          1
Margarin                256                          0,5
Makarna                400                          0,5
Karpuz                   829                          0,5
Sıvı yağ                  1.500                       3                             
                                                Toplam = 45 << 101

Ek bilgiler:

Sıvı yağ ve siyah zeytin listede yoktu. Başka yerden ekledim.

Kırmızı et tüketimi yıllık 10 kilodan 9 kiloya düşmesine karşın, gıda harcamasının % 13’ünü alıyor ve ekmek % 10 ile ikinci sırada kalıyor. Bu ilginç.

Ekmek tüketimi kişi başına günde 1 taneden aşağı görünüyor. Bu pek mümkün değil.

Soğan listede yok ama kişi başına aylık 5 kilo rahat vardır. O da 2,5 YTL eder.

Değişen kesin bir durum var: 1970’ten önce tüm yağlar katı idi. Şimdi çoğu sıvı. Ancak Türkiye’de yağ tüketiminin azaldığını söylemek kişisel gözlemlerimle zor.

Fiyatları ben ekledim. Kanıt: Son 10 yılın tüm market fişlerini KDV için ben yazdım. Sayılar, Kopuzlar Taksim ve Ağustos 2005 (Haziran 2004 değil) içindir.

Dolayısıyla Türkiye halkı alışverişte feci kazıklanıyor ya da kendini kazıklıyor durumda demektir. Buna % 20’lik doğal kayıp, % 20’lik çürük kakalama zararı dahil değil. İsraf da dahil değil: İstanbul’da 1 günde satılan 10 milyon ekmeğin 2 milyonu çöpe gidiyor. Bazı mallarda aynı malda 1/3 oranını yakaladığımı bilirim. Bu da 45/101 oranı ile uyuşuyor.

Ek bilgi: Orta direk için, gelirde % 10 artış ve/ya giderde % 10 azalış, % 1’lik bir gelir grubu üste çıkmak demek. (DİE 1990) Yani: Gıdadan kazanılacak aylık 56 lira, 5 kişilik bir ailede 280 YTL aylık, 3.360 YTL yıllık tasarruf demek.

Gecekondu insanları, bir ev alabilmek için 5 kişilik ailede en az 4 kişi çalışıp, ekmek, makarna ve patatesle doyuyor, bunu doğrudan gözledim. Atasözümüz: İşten değil, dişten artar.

(15 Ağustos 2005)


FRANSA’DAKİ OLAYLAR NEYİ GÖSTERİYOR?

Konuyu biraz şematik olarak, başlıklar altında irdeleyelim:

Elimizde geçmişten gelen hangi veriler var?

Barbarlarla uygarlar tarihte şimdiye dek hep karşılaştı, daha doğrusu göçer barbarlar yerleşik uygarların kentlerini talan etti. Sonuçlar farklı olabiliyor ama ortak yön şu: Bu karşılaşmada 2 taraf da birbirinden etkileniyor, yani uygarlar da barbarlardan etkileniyor. Bunun nedeni ortada: Dinamik olan kültür barbarlarınki, uygarlar statik konumda oluyor, bir tür ozmosis sözkonusu. Şimdi de Avrupa isyancılardan etkileniyor, onları özgürlük savaşçısı sanıyor. Kendi uyurgezer barışçılığının yerine ona özeniyor, en azından entellektüeller.

Bu Avrupa’nın karşılaştığı ilk istila değil.

Şimdiki istila yeni de değil, 50 yıl önce başladı. Zorla gelmediler, AB onları davet etti, en azından işin başında emekçi köle olarak.

Avrupa’da yeni bir orta çağın başladığı, bu olaylardan bağımsız olarak, 1990’larda bir Fransız olan Alain Minc tarafından ‘Yeni Orta Çağ’ kitabında açımlanmıştı.

Avrupa şu an hangi durumda?

Avrupa, 20. Yüzyıl’da 2 dünya savaşı yarattı, yaşadı ve bedelini çok ağır ödedi. 1900’de iktisaden dünyadaki ilk 10’un 8’i Avrupalı idi, 2000’de 4’ü Avrupalı. Avrupa, yalnızca iktisaden değil, her açıdan olumsuz konumda.

Avrupa, 500 yıllık dünya sömürüsünden sonra, bırakın göçmenlere, kendi ortalama vatandaşlarına yaşanabilir bir maddi ortam ve mesai düzeni sunamıyor.

Azalan doğum oranı nedeniyle, eğer AB ucuz işgücü olarak barbarları almazsa, çok değil 25 yıl sonra kendi kirli gündelik işlerini göremez duruma gelecek. Diğer bir deyişle: Göçmenlerin maddi katkısı, bu tür olayların zararından fazla.

Almanya’nın gösterdiği üzere, bu barbarlar asimile olmayacaklar, hatta (Berlin’deki İstanbul, Brüksel’deki Anadolu köyü gibi) kendi kurtarılmış kültürel bölgelerini yaratacaklar. Kaldı ki Türkler’le Afrikalılar arasında 1.000 yıllık bir kültürel tarih farkı var, Afrikalılar iyice tepkisel yalıtılmışlığa gidiyorlar.

Barbarlar hangi durumda?

Ortada 500 yıllık bir sömürü var ama sanıldığının tersine (kendi iç-kabilesel çatışmaları gibi), barbarların bazı sorunlarını kesinkes Avrupa yaratmadı.

Avrupa’nın en kötü koşulu, kendi ülkelerinin en iyi koşulundan bile iyi olabiliyor. 500 yıl önce öyle değildi, çünkü Avrupa soğuktu ve o zamanlar merkezi ısınma yoktu.

Siyasal göçmenler, canlarını kurtarmak için göçüyorlar ve kişi başına 1.000 dolar gibi, kendi ülkelerinde pekala bir girişimci olabilecekleri miktarda bir parayı mafyaya ödüyorlar. İşin ciro hacmi yüz milyar dolarlara kadar çıktı.

Sorun barbarların çocuklarında. Almanya’da 1 milyon Türk işçi, 3 milyon toplam Türk var. Eşler değil ama çocuklar sorun. Üstelik, İstanbul’daki 500.000 yurtdışı doğumlu gibi, kendi ülkelerinde de sorun durumundalar.

Gençler kolay ölüyor ve öldürüyor. Uygarların yasal boşlukları da buna katkıda bulundu. O arabaları yakanlara ne olacak? Hiçbirşey. Daha şimdiden kahraman oldular bile… Ülkelerine geri gönderilebilirler ama yerlerine yenileri nasıl olsa gelecek ki zaten bunlar 2. veya 3. kuşak ve araba yakımı yeni bir olay değil.

Terör ve mafya hangi durumda?

Devlet gevşeyince, terör-gerilla ve kriminalite-mafya güçlenir. Bu ikisi eskiden birbirinden çok ayrı dinamiklerdi. Tarihte belki de ilk kez bu ikisi apaçık bir işbirliğine girdi. Bundan sonraki 50 yıl boyunca çok etkili olacaklar, çünkü ellerinde çok fazla kara para ve silah var.

Terör tarihte ilk kez yarıdan çok haklı konuma geçmekte. İlerleyen vatandaşlık hakları, devletleri teröristlerden daha terörist olarak tanımlayabiliyor.

Eski teröristlerin devlet başkanı olabilmesi ve dünyadaki devlet sayısının sürekli artması terörist tanımını zorluyor.

Tarihin en büyük mafya metası uyuşturucu konusunda AB hatalı davrandı. Bu sayede pazar 1 trilyon dolara büyüdü. Bu aşamadan sonra bu pazarın denetlenmesi ve küçültülmesi onyıllar alır.

Olaylar kimin işine yarıyor?

Üzerinde en çok tartışılan konu bu. Bu tür olayların faşistlerin ekmeğine yağ sürdüğü önesürülüyor ama Almanya’da Türkler yakılırken böyle olaylar yoktu, yani faşizm bahane aramaz, saldırır.

Aslında bu durum, herkesin yitirdiği büyük eksi toplamlı bir oyun durumuna dönüştü:

Barbarlar yepyeni bir yaşam ve kültür kurabilecekken, geçmişe gömülüp gidecekler.

Uygarlar ise, yeni bir atılım kuşağının enerjisiyle, ölü toprağını üzerlerinden atabilecekken, onlarla birlikte kendilerini de gömecekler: AB kendini diri diri ama kültürel olarak yaşayan ceset olarak gömüyor.    

Toplam panorama nedir?

Bu ilk dalga değil, sonuncu da olmayacak.

Tarih yazgılardan oluşmaz ama büyük sayılar kuramı genelde işler. Olaylar olgunlaştı. Önceki süreçte engellenebilirlerdi belki ama artık hayır.

Olayları 1968 ile karşılaştırmak saçmalık. Onlar, 1945 ertesi oluşan, savaş sonrası şokunun denetimsizlik özgürlüğünü soludular. Bunlarsa, dayak yedikçe, yani özgürlüksüzleştirildikçe güçlenecekler ki bu yönleriyle mafyayla ve teröristlerle örtüşüyorlar.

Tarhte bozunumların yeni uygarlıkları beslediği çok görülmüştür. Barbarlar ve uygarlar şu an hep birlikte tarihin gübresi oluyorlar. Bu panoramaya ABD de dahil, onların da 10 milyon Meksikalı’sı ve artık ana dil olarak kabul edilen İspanyolca belası var.

Dipnot: Bu göçmen dalgasının, AB ve ABD gustosunu Üçüncü Dünya’ya doğru çevirmesi, her yerde ‘noodle’ ve döner bulunması çok ilginç, çünkü  Üçüncü Dünya anavatanlarında da McDonald’s ve Pizza Hut akımı var. Bir tür ozmosisle kastedilen bu.

(15 Kasım 2005 + 7 Temmuz 2006)

2006

TÜRKİYE’DE GAZETE TİRAJLARI

Türkiye’de gazete tirajları 2006 başı itibarıyla 5 milyon civarında. Nüfus 73 milyon civarında. Her 1.000 kişiye 68 gazete düşüyor.

En çok gazete okunan Japonya’da tirajlar 72 milyon. Her 1.000 kişiye 514 gazete düşüyormuş.

Arada 1/8 gibi bir oran var.

Sorun fiyat değil. En azından arada bir gazete alanlar için sorun o değil. Ancak düşük gelir düzeyleri için, bugünkü 25 kuruş yerine 5-10 kuruş düşünülmeli. Gözcü türü, ‘kes-yapıştır’ gazetelerin maliyeti o kadar bile değil.

Kadınlar için ½, köylüler için ½, okumazyazmazlar için ½ oran koyarsak, bu oran anlaşılırlaşıyor.

Türkiye’de gazeteler liberal, boyalı / magazin / halk, sağ, sol / ciddi, futbol olmak üzere 5 grupta kümeleşti. Bunlardan (eski Tercüman’dan daha) sağ ve futbol Evren-Özal öncesi yoktu denebilir. İstedikleri buydu becerdiler ama 3,5 gazete bırakmayı beceremediler.

Kadınlar için magazin gazeteleri var ama buna ekstra para vermezler. Köylüler için yerel basın var ama bunun için ekstra para vermezler. Okumazyazmazların ölmesini beklemekten başka çare yok, çocukları için bile gazeteye para vermezler.

Peki ne yapılabilir?

Bir: 500.000’lik bir sol / ciddi gazete tirajı açığı var. Cumhuriyet, 2,5 milyon tiraj zamanında 125.000 satıyordu. % 5 eder. Diğer % 5 ise, Radikal, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl gibi, vicdanı solda, cüzdanı sağda olan okur için. 2 gazete de olabilir. 1 milyon tiraj bile zorlanabilir.

İki: Öğrenci gazetesi. Halk gazetesi formatının genç formatı ama ‘Turkcell genç’ formatı değil. Kampüs ekleriyle ve/ya bölümleriyle bu denendi ama 1980 sonrası okumaz kuşağın hükmü henüz geçmedi. 1 milyon tiraja kadar yolu var.

Üç: Yerel basın, Bianet gibi belalardan kurtarılabilir. 1 milyon toplam tiraj zorlanabilir. Ana akıma kesinkes alternatif olabilirler. ABD’de bile yerel basın daha güçlü.

Dört: ‘Dünya Gündemi’ gibi, uzmanlığa ve aboneliğe dayalı gazeteler. 100.000 toplam tirajı geçmezler ama 10 milyon diğer tiraj denli etkili olur.

Beş: Mizah basını 1 milyon toplam tiraj çıkartılabilir. Muhalefeti, hala sol basından daha iyi yapıyorlar ve tepeden tırnağa lümpenler üstelik.

Altı: 2005’in ikinci yarısında, Tempo ve Yeni Aktüel gerçek haber dergilerinin tiraj toplamının da, 500.000-1.000.000 olabileceğini gösterdi.

Yedi: 2001 krizinde internet gazeteciliği, yazılı basına kafa tutabilir duruma gelmişti. İnternet bir moda değil. Onyıllarca işlevsel kalacak. Günde 1 milyon toplam tıklama hedeflenebilir.

Sonuç: 5 milyon tiraj daha böyle yapılır. Yapılması istenmiyor ayrı konu. Doğan’ın tek amacı ortalığı kurutmak. O yalnızca tüketci gazeteciliği istiyor ama beceremeyecek.

MUHAMMED KARİKATÜRLERİ

12 adet karikatür sözkonusu. 30 Eylül 2005’te Danimarka’da bir gazetede yayınlanmış. Sonradan 5-10 Avrupa ülkesindeki gazeteler de, ilk gazeteyi desteklemek için onları yeniden yayınladı. Şubatta İslam ve Hristiyan dünyası birbirine girdi. Şimdilik 6 ölü var. 3 büyükelçilik yakıldı. Onlarca gösteri yapıldı.

Karikatürleri ancak biraz evvel internette gördüm ama net değiller. Yazılı olanları var ama okunmuyor ki zaten Danca anlamam.

Sorun, Muhammed’in tasvir edilmesi ve aşağılanması.

İlginç bir biçimde, AKP iktidarı boyunca, ilköğretim din dersi kitabında Muhammed’in tasvir edildiği bugün ortaya çıktı. Yani, böyle bir darbe zamanlaması.

Karikatürlerin birkaçı Muhammed’i bir terörist olarak gösteriyor.

Sonuç?

Bir ateistim ve İslam-Hristiyan çatışması beni delicesine güldürüyor. Tam durum komedisi, ortalık kırılıp dökülüyor.

Herkes hatalı:

Güçlü Hristiyanlar:

11 Eylül’den ders almadılar.
AB’de ve ABD’de çok önemli bir Müslüman azınlık var ve bunlar eski köleler düzeyinde proleter.
Gelecekte de bu genç bedava işçilere gereksinimleri var.
AB’liler kendilerini hala sömürgecilik döneminde sanıyorlar.
Soğuk Savaş döneminde, baskıcı iktidarları desteklemişlerdi. Şimdi buna daha çok gereksinimleri varken, BM nezdinde kendini en güçlü sanan ABD’nin İslam ülkelerinden 22 ülkenin haritasını değiştirmesinin ve demokrasicilik oynamasının, G-8’in sonu demek olacağını anlamıyorlar. (Bunları görecek denli yaşayacağım ve ileride bu konuya geri döneceğim.)
Petrolün biteceğini görmüyorlar. Afrikalaşmış bir Ortadoğu berbat bir sonuç, dünyayı 1.000 yıl süründürür.

Güçsüz Müslümanlar:

Düşmana yeneceğin zaman saldırman gerektiğini ya da kıramayacağın zinciri bükeceksen, canlı bomba fedakarlığı yapmak gerektiğini anlamıyorlar.
İslam rönesansı gerektiğini görmüyorlar.
Demokrasiye geçiş gerektiğini görmüyorlar.
Petrolün biteceğini görmüyorlar. Afrikalaşmış bir Orta Doğu’nun altından kalkamayacaklarını ayırsayamıyorlar.

Resmen:

1,8 milyar Hristiyan, 1,2 milyar Müslüman var. Hristiyanlar’dan % 15, Müslümanlar’dan % 5 indirmek gerek. Gayrıresmi ateist çok fazla. Hepimizin eşit sayıda olmamıza az kaldı. 2015 en geç, 2010 bile diyebilirim. Daha önce 2050 veya 2025 demiştim. Her iki taraf da, yalnızca yeni ateistler yaratıyorlar.

Evveet:

Artık ateizm, ‘Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde yerini bulacak.

Çook gülüyorum çook…

1 EVDE 1 KİŞİ YAŞAMAK

Yalnız yaşamayı ABD’ye özgü bir olgu sanıyordum.

AB’de de durum sayılarla şöyleymiş (ilki 2004 tarihli toplam milyon olmak üzere, kişi nüfusu ve hane sayısı, ikincisi tek kişi yaşayanlar için aynı veriler, üçüncüsü sırayla nüfus ve hane için toplama oranlar, artı bilgi, hane halkı ortalaması = 2,2 kişi):

Nüfus      Hane       Nüfus     Hane       Oran       Oran

Almanya                82,5         37,5         13,75       13,75       16,67       36,67
İngiltere                 60,5         27,5         7,01         7,01         11,59       25,49
Fransa                    60,5         27,5         7,58         7,58         12,53       27.56

İkinci oran ABD’de % 10’dan % 15’e doğru gidiyor.

Öyleyse aradaki fark:

AB’deki daha çok yaşlı nüfustan ileri geliyor.
Gençlerde oran kabaca benzer olmalı.
Sorun hane oranında. Düşünün bir: Aile olanlar ve olmayanlar, aynı apartmanda herhangi bir konuda düşünce birliğine varabilir mi? Televizyon, gürültü, toplu kararlar.

Gelelim kendi durumuma:

TC için % 1’in altında bir oranım: Nikahsız (imam dahil) ve çocuksuz çift.
Ancak onlarla tıpatıp benzeşiyorum.

Örnek: 2004 kışında binaya doğalgaz bağlandı. Toplu alınan bir karardı. Sonuncu olarak biz uyduk. 2.000 küsur dolar masraf yaptık, kiradan düşüldü ama biz peşin ödedik, taksitle düşüldü, faiz bize yazdı. Şu anda, en az 2 en çok 4 katı yakıt parası ödüyoruz. Tam TC hesabı: Para harcamak için üste para vermek.

Tuhaf:

Dünyada eskiden, fakirlik döneminde, diyelim 1930’larda, odalar vardı. Artık onlardan vazgeçildi. Oysa, şu an onlar işlevsel.

Artı: Batı fiyatlarıyla bile, 10.000 dolara tek kişilik mekanlar inşası mümkün ama yaşasın öldürücü kapitalizm, öyleyse minimum 100.000 dolara ev.

Yine de:

Gerçekten de, 100 metrekare bir alanda tek kişi yaşamak israf. Yaşamımın en az 15 yılında, soluk alacak ve kafasını dinleyecek bir mekan noktasına saihip olamamış biri olarak bile, dürüstçe böyle düşünüyorum.

Yine de:

2 kişi bile birarada yaşamak bir cehennem. Partnerimle birlikte olsa bile. Onun için bile. Sanırım hala içgüdülerimiz etkili. Dar alan bizi birbirimize düşman kılıyor.

Sonnot:

Hala güneyde, 100 kişilik bir köyde tek başıma ölümümü beklemek düşüm var. 10-20 metrekarelik bir mekan. Düş biliyorum, hatta öte bir düş… Hala sürüyor. Sürecek de… Ölene dek…

25 YILLIK İSRAF

1995-2045 arasındaki sürede herhangi bir 25 yıllık dilim düşünelim:

100 M toplamda 40 M cep telefonu, 60 yıl, 720 ay, 14.800 $ faturadan, 6.000 $ makinadan yurtdışına para gidecek. = 8,1 x  10 üzeri 11 $.

30 M toplamda 10 M araba, 50 yıl, 600 ay, 300.000 $ amortismandan, 60.000 $ benzinden yurtdışına para gidecek. = 3,6 x 10 üzeri 11 $.

30 M toplamda 10 M bilgisayar, 1.000 dolardan yurtdışına para gidecek. = 10 üzeri 10 $.

Toplam kabaca 1 T $.

2050’de bu durum değişmiş de olabilir, aynen sürüyor da.

MARKA TERÖRDÜR

Alışveriş oy vermekten daha ciddi bir eylemdir.

Satın alma manipülasyonu oy verme manipülasyonundan daha ciddi bir eyledir.

Marka satın aldırma manipülasyondur. Etikete, malın olağan ederinin 3-30 katı fiyat ödedtir.

Bu emek sömürüsünden daha büyük bir sömürüdür, çünkü markalı ve markasız malın maliyeti aynıdır ve zatern aynı şirket tarafından üretilirler.

Bu sömürü, terör kadar yübük bir maddi ve manevi yıkımdır ve kıyımdır.

LÜMPEN KÜLTÜREL KİMLİK

‘Lümpen’ sözcüğü, artık mecaz anlamda da kullanılıyor ama bu etimolojisine değil, içeriğine yönelik bir durum. ‘Paçavra’ yerine, ‘kökeni / özgünü bozunuma uğramış’ anlamında kullanılıyor..

‘Lümpen proleterya’dan epeyi süre sonra, 1970’lerde ‘lümpen burjuvazi’ de kullanılmış. (Bakınız: ‘Sözcükler’ kitabım.)

‘Lümpen kültürel kimlik’ de böyle bir şey. 2-9 Nisan 2006 tarihli ‘Dünya Gündemi’ gazetesinden örneklemeler getirilecek.

Kırgızistan ve Azerbaycan yazarları, (Karabağ katliamı gibi) sorunları ile ilgilenmedikleri için, Türkiye’ye veryansın etmişler. Aynı zamanda ABD yetkilileri, Türkiye Iraklı Şii başbakanı ülkeye davet ettiği için, Türkiye’ye veryansın etmişler.

Burada, Kırgızistan ve Azerbaycan Türkiye’ye karşı, Türkiye ABD’ye karşı lümpen kültürel kimlik içinde. Koruyucu hakçı ve sorumluluktan kaçınıcı, bir hami arayıcı durum sözkonusu.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkan 40 küsur ülkeden Arap ülkeleri, Türkiye’ye karşı başka bir lümpen kültürel tavır içinde. En Müslüman’ın kendileri olması, Türkiye’nin bozunmuş Müslüman olması gibi bir durumdalar.

Benzeri bir şeyi Türki Cumhuriyetler mensupları yaparlar, Türkler’in bozunmuş ırk olduğunu, has Türk’ün kendileri olduğunu belirtegelirler.

ABD de, İngiltere’ye karşı benzer bir durumda. ABD İngilizce’si ve İngiltere İngilizce’si birbirine çok az bezer, kimi insanlar birbirlerini anlayamayabilirler. ABD eskiden İngiltere sömürgesiyken, şmdi İngiltere ABD vassalı. İngilizler’inki lümpen kültürel kimlik oiluyor bu durumda.

Türkiye’nin eşzamanlı ve hatta eşmekanlı lümpenliği ilginç bir örnek.

Kurtuluş Savaşı’nda yendiği ülkelerin kültürel sömürgesi olmayı masa başında kabul etmesi bir örnek.

SSCB’ye karşı, ABD işgalini kabul etmesi diğer bir örnek.

Daha da uç örnek: 1980’lerde Türkiye’nin Arap ülkelerinin sömürgesi olmasını isteyenler ve buna çabalayanlar çıktı. Bu artık patolojik bir olgu oldu. Araplar zaten ABD’nin vassalı. İngiltere’nin Falkland Savaşı’nın tersine bir örnek bu.

Ancak bu lümpen kültürel eğilim, Türkiye’nin önümüzdeki onyıllarda emperyalist olmasını da yaratacak. Bugün dünyada 50 ülke Türkiye’ye karşı lümpen tutum (aşağılık takınağı) içinde.

En önemli durum ise şu: Çin, komşuyken en büyük düşman saydığı ve uğruna Çin Seddi’ni yaptığı ulusu, şu an uzak komşusu ve müttefiki sayıyor. Buna ‘lümpenlik’ demek mümkün değil. Çin manipüle olmayı değil, etmeyi hedefliyor. Lümpenler çok kolay manipüle edilir. Çin’i şu an ABD bile manipüle edemiyor.

Yine aynı gazete nüshasından örnek:

Çeçenler MHP’den uydu telefon almışlar. Ancak bu liderlerini saptamak için bir araçmış. Suikast ve acı son. Bundan basit ve apaçık manipüle edilme olamaz.

Ülkelerin ve halkların kişiliklere benzetilmesi yanlıştır. Ancak belli zamanlarda her halkın belli nitelikleri olduğu bellidir. Şu sıralar Türkiyeliler’in ar damarının çatlamışlığı gibi.

Tuhaf bir biçimde lümpenliğin antitezi ve dolayısıyla panzehir sentezi de yok. Lümpenliğin karşıtı da, anlatıldığı üzere, başka bir lümpenlik.

Ancak, lümpenlik global değil, yerel ölçekte kaldığı için, tarihsel bir ironi var. Yani, global barış mümkünken, küçük halklar kendi kanlarında debeleniyorlar ve boğuluyorlar.

Daha da ötesi, Kürtler en çoğunluk azınlık kendileri olduğu için, diğer azınlık azınlıkların haklarını ne gözetmek, ne de başkalarınca gözetilmesi peşinde. Aynı şey Yahudiler için de geçerli: ‘Holocaust’ sözcüğünü tekellerine almak istiyorlar. Yurtdışındaki Yahudiler, İsrail’in faşist ve engizitör bir ülke olduğunu yadsıyor, yapılanların kültürel sorumluğunu almıyor ama ülkelerine para göndermeyi sürdürüyorlar. Aynı şeyi PKK, Almanya’da Kürtler’e zorbalık uygulayarak yaptırdı.

Bu durumda ancak yazılabilir. Halklar çok kalabalık, karacehalete ve gerizekalılığa kaçıyorlar. Demek ki önce gidişatı durdurmak gerekli. Çözüm ondan sonra aranır ve uygulanır.

Bu metin de, lümpen kültürel kimliğe karşı bir fren çabasıydı.

ALTYAPI OLARAK GÜNDELİK YAŞAMIN KÜLTÜROLOJİSİ ve ÜSTYAPI OLARAK BİLİM-DÜŞÜN-SANAT

Marksist estetikçilerin kültürün üstyapıları olan bilim, düşün ve sanatı yüce, altyapısı olan gündelik yaşamı ise basit ve sıradan olarak nitelemesi, konuyu daha baştan açmaza sokuyor. Böyle bir ayrım önyargılı.

Murdoch’un bir kültürü 999 maddeli bir çerçeveye oturtması ise, analitik bir yaklaşım. Kodlamaya ve sınıflamaya izin veriyor ama maddelerde yinelemeler var. Çerçeve belki yeni baştan düzenlenebilir ve daha az sayıya düşürülebilir.

Kültürel altyapı-üstyapı neden-sonuç ilintileri ise, şimdiye dek pek açıkseçik ifade edilememiş. Bunda temel neden bu ilintilerin kaotik oluşu ama Batı Avrupa kültürünün yaklaşım hataları da var.

Bilim ve düşün, sanata oranla gündelik yaşama daha uzak. Günümüz kültürel modunda kitap, MC-CD-LP olarak müzik ve sinema en çok tüketilen sanat dalları. Sanat ürünleri, boş zaman kullanımında ağırlıklı yer tutuyor. TV’yi de katarsak, hemen tüm boş zamanların, spor / futbol haricinde, neredeyse tümüyle sanat ürünleri tüketimiyle geçirildiği gibi bir sonuca varırız.

Tarihte ilk kez insanlar eğlenmek için bu kadar çok para harcıyorlar ve tüketilecek bu kadar çok çeşit kültürel meta var. Öyle ki dünyada yılda 650 milyar dolar para gibi devasa bir miktar boş zaman etkinliklerine ayrılıyor. Ancak bunun kişi başına ortalama gelirin yalnızca % 2’si civarında olduğu da belirtilmeli. Yine, bunun diğer giderler yanında zorunlu olmayan ve kişisel istekle yapılan tek harcama olduğunu da belirtmek gerek. Tasarruf ise ortalama gelirin % 6’sı civarında.

Sanatın çok tüketilen formu popüler sanat. Kitapta çok-satar romanlar, sinemada Holywood filmleri, müzikte ise her kültürel kesimin farklı tüketimleri (arabesk, pop, rak gibi) var. Popüler sanatı da bayağı (kitsch / banal) kabul ediyorlar.

Sıradan yaşam aşağı yukarı standart. Yaşam 3’e ayrılıyor: Okul, mesai, emeklilik. Yıl 3’e ayrılıyor: 2’si mesai, 1’i boş zaman. Gün 3’e ayrılıyor: Uyku, mesai, boş zaman.

Mesai bir insanı bedenen ve zihen yorduğu için, boş zaman bayağı işlere ayrılıyor, diye kabul edilliyor. İnsanlar çalışıp yoruldukları için, ciddi ve ağır kitaplar okuyamadıklarından yakınırlar. Oysa, ortalama bir mesai, bir insanı ancak planaryanın zihinsel aktivitesi düzeyinde yorar.

20. Yüzyıl’da kültürel modun bir sonucu olarak, dünyada ortalama eğitim pratikte sıfırdan giderek 8 yıla doğru evriliyor. Bunun yıllık maliyeti boş zaman harcamalarının çok katı. O nedenle aileler çocuklarını okutmaktansa, çalıştırmayı yeğliyor. 70 milyonluk  Türkiye’de 4 milyon kişilik 18 yaş üstü çırak nüfusu var. G-7’de bile, eğer zorunlu eğitim kaldırılsa, eğitim ortalaması hemen düşerdi.

Geriye kimler kalıyor? Kültür harcamalarını zorunlu yapan küçücük bir azınlık. Türkiye’de sürekli kitap satın alan (okuyan değil) nüfus oranı %oo 1 olarak saptanmış. Akademisyenlerin oranının %o 1’den çok olduğu hesaba katılırsa, bunların gerçek entellektüeller oldukları ama bir bölümünün de entelejensiya (sistemle bütünleşmiş veya devlete hizmet eden entellektüel) olduğu kabul edilebilir. Bunların da bilim konulu kitapları çok az tükettiği de bilinen bir gerçek. Lise son veya üniversite bir düzeyinde popüler bilim yayını yapan TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisinin ortalama tirajı 70.000’den az.

Bilim, düşün ve sanat bu kesim tarafından yüce bir uğraş kabul ediliyor mu? Hayır. Kitle tarafından öyle kabul ediliyor mu? Evet ama yine de TV dizisi seyretmeyi bırakmıyorlar. Tutum-davranış farklılığı denebilir.

İnsanlara asıl zor gelen şey kuram. Teknoloji bilimin pratik yüzü ve hiç kimse yeni bir teknolojik ürünü, örneğin cep telefonunu veya bilgisayarı kullanmakta sorun yaşamıyor. Ancak, örneğin konuda biraz programcılığa kayma oldu mu, hemen zihin kilitlenmesi yaşanıyor. Diğer bir deyişle 100 yıllık toplumsal eğitim gelişmesi süreci henüz tüm insanların yazılı kültürü benimsenmesini sağlayamadı. Yazı olmadan da, ne bilim olur, ne de felsefe.

İSTANBUL ve SUÇ

Beyoğlu Karakolu’ndan bir polis şöyle demiş: “Örneğin Bilgi Üniversitesi Dolapdere’ye geldiğinde, çevresini değiştireceğine inanmıştık. Nitekim değiştirdi. Ama olumsuz yönde.”

Erzurum’da 1970’lerde Atatürk Üniversitesi’nin açılmasının, bölge insanlarının tutuculuğunu arttırdığını 1980’lerde okuduğumda şaşırmıştım. Sonradan nedenini anladım. Ters tepki denebilir. Kabullenemeyecekleri dozda yenilikle karşılaşma denebilir.

Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü de gecekondu bölgesinde. Hatta o bölgenin gecekondu insanlarıyla ilgili, kitap formunda yayınlanmış bir alan araştırmaları var.

Tersine diyalektikle bunu kastediyorum. Bazı farklılıklar asla biraraya gelmemeli. Eğer savaş isteniyorsa, olabilir.

Peki, neden bir üniversite bir gecekondu bölgesinde suçu arttırır?

Birçok neden sayılabilir:

Hırsızlar, aciz fakirlerden değil, değişik bir yoldan sınıf atlamak isteyen, daha doğrusu öyleymiş gibi yapmak isteyen kişilerden çıkar (yoksa sınıf atlayan kriminale binde bir raslanır). Bu kişiler üniversite öğrencilerinin maddi ve manevi (özellikle kız-erkek ilişkisindeki) rahatlıklarını görünce, kendilerini haklı, onları kurban olarak rahatça görürler. Ayrıca Türkiye, hırsızların meslekleri sorulduğunda, ‘hırsız’ diyebildikleri bir duruma geldi.

Üniversite öğrencileri suça maruz kalma açısından kolay lokma durumundalar. Kaldı ki okul suçu liselere tümüyle yerleşmiş durumda.

Bunların üstüne üstlük, üniversitedeki akademisyenler matah bir şeymiş gibi, gecekondu insanlarını üniversite kampüsü tarzı yaşama dahil ediyorlar. 10-20 saatlık programlarda onlara bambaşka bir evrenin varlığı gösteriliyor ve ondan sonra da her zamanki yaşamlarına geri dönüyorlar. Örneğin bir evkadınına dayak yememenin normal olduğu anlatıldıktan sonra, onu her zaman döven kocasının yanına geri döndürüyorlar. Bu durumda, dayak yememek istediğini söyleyen evkadınını koca döveceği yoksa da, döver.

Bu saçma oyun onlarca üniversitede ve periferisinde oynandı. Bu polisin beyanatını okuyacak hiçbir akademisyen, yanlış bir şey yaptığını düşünmeyecektir.

(13 Haziran 2006)


MARKA TÜKETİMİNİN DEĞİŞMESİ

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=188786

Bu haberde şöyle bir metin var:

“Aslında markaya sadık olmak, sevgiliye veya eşe sadık olmak gibidir. Eskiden sayılı markalar vardı. Şimdi marka sayısı çok. Marka bağımlılığı da çok değişti. Tüketici artık fiyata çok daha duyarlı, geçmişten beri kullandığı markalarda ısrarcı olmuyor. Hiçbir markaya sadık olmayan tüketicilerin sayısı giderek artıyor. Bu durum da market markalarının payını artırıyor.”

‘Market markaları’ denilenler, olağan bir malın yanına yarı fiyatına konan, kalitesinin düşük olması gerekmeyen, fason ürettirilmiş ama ambalajında marketin adı olan mallar.

Eğer, dikkatli ve titiz bir alışverişçi olursan, biraz da zaman ayırırsan, herşeyi en az yarısı, normalde üçte biri fiyata alırsın. Market harcaması, ortalama bütçenin % 20-25’ini götürdüğü için de, 5 K$ GSMH’da 750 $ kişi ve yıl başına tasarruf eder. Ev kurarken veya eşya yenilerken bu binlerce dolar tasarruf demek olur. Ya da diğer bir deyişle, TC vatandaşları markaya yılda 50 milyar dolar israf ediyor.

Batıda bu israftan vazgeçilmeye başlanmış. 10-15 yıl sonra Türkiye’de de uyanış başlar, en azından moda niyetine.

(13 Haziran 2006)


‘FREEGANİSM’

Bu başlık, çöpten yaşayan Batılılar’ın bakış açısına verilen admış. Düşündüm de, 20 yıllık seyyar kitapçılık yaşantımla ben ne kadar öyleyim, diye. Çöpten kurtardığım 100.000, kütüphanelere bağışladığım 3.000 kitapla, en azından kültür alanında öyleyim sayılsa gerek.

Birinci Dünyalılar’ın çöpleri, bizimkinin yanında 5 yıldızlı otel sofrası gibi kalır. New York çöplüğünde yapılan bir araştırmada, yenilebilir durumda (pirzola veya pasta gibi) çok lüks yiyecekler bulunmuştu.

Bugünkü zengin efemeracılar, asıl parayı eski konakların çöplüklerini karıştırarak kazandıklarını zaten anılarında yazıyorlar ve anlatıyorlar.

Ancak bunu bir yaşam felsefesi durumuna getirmezdim. 1990’ların başında Antarktika’da avlanmış kirillerin konservelerini yerken bir tuhaf olmuştum. Yine Kuzey Kutbu sularından Norveç malı uskumru ithal olarak bizde çok ucuza satılıyor. Bunların yasaklanması anlamlı gelmezdi bana.

Dünya’nın 1 noktasına en uzak 2 noktasından, 2 mal getirip, o noktada 1 mal üretmek, saçma sapan görünüyor ama rüzgarlar, bulutlar ve mikroorganizmalar o turu sürekli atıyor ve bizi etkiliyor. Yani yerelliği böylesine folklorik olarak ele almamak daha makul görünüyor.

Ancak, 5 K$ GSMH’li bir ülkede, 46 yılda 46 K$ yememiş olmak hoşuma gidiyor. O kadarlık içki içerdim, o kadarlık kitap okurdum ama 92 K$’lık arabaları olan arkadaşlarım hayretten çenemi düşürüyor, çünkü 2x48 veya 3x32 K$’lik evler o adamı emekli ederdi ve çoğu emeklilik göremeden kanserden kalpten ölüyor. (Yaşıtlarım 48 yaşında emekli oluyorlarmış.)

Marka konusundaki israfı yazdım. ‘Freegan’ların bu konuda sıfırda durmalarına saygı duyarım. Onlarla bu noktada aynı konumdayım.
(13 Haziran 2006)
GÜNDELİK YAŞAMDA DAVRANIŞIN TÖRELEŞMESİ : MUTFAK

İnsanın kültürünü yaratan, aslında her zaman avantaj olmayan bir davranışla, alışkanlıkların töreleşmesi, yani kurallaşmasıdır. Örnekse, hiçbir evkadını annesinden öğrendiği yemek pişirme tariflerini değiştirmeye kalkmaz.

Ancak, yine de mutfaklar değişir. Hem de tuhaf bir biçimde. Çinliler’de dolmalık biber ve pirinç olmasına karşın, biber dolması yok. Hintliler’de patates ve peynir karışık ezmeli biber dolması var. Demek ki bizde pirincin soframıza girdiği, (tam belli olmayan bir tarihte) 1.500 sonrasında bir zaman biber dolması icat edilmiş.

Taksim’de börekçiler 15 yıldır moda. 30 yıl önce şimdiki kadar çok börekçi yoktu. 3 yıl öncesine kadar ise, mantarlı, zeytinli ve ıspanaklı hamur işi (puaça, börek, vd) de yoktu. Ne değişti? Biri ciroyu arttırmak için yeni çeşit niyetine denedi. Diğerleri de müşteri sorunca mecburen denedi.

Tarhana çorbası milli yemeğimizdir. Bugün Taksim civarında tarhana çorbası satan yok. Daha da tuhafı hazır toz hızlı ucuz çorbalardan da yok. Oysa ki köyde herkes sabah kahvaltı etmez, çorba içer ve İstanbul’un % 95’i köy kökenlidir. 30 yıldır işportacı kimse denemedi ama üniversite kantinlerinde deneniyor.

Moda insanları çabcuk davranış değişimine götürüyor. Bir ara moda olan kumpirden herkes yerdi. Şimdi belediye düzenlemesi nedeniyle Çiçek Sokağı’ndaki kumpirciler kaldırıldı, kimse kumpir aramıyor.

Midye dolmalara 10 yıl öncesine kadar kimse kırmızı biber koymazdı, şimdi kim yaparsa yapsın muhakka koyuyor, çünkü Kürtler bu işe girince her yemeğe olduğu ona da kırmızı biberi bastılar.

Eskiden, 30 yıldan çok daha öncesinde, kokoreçe böbrek de konurmuş. Şimdi koyan yok. Bunu duyan bile yok.

Hamburger kültürü Türkiye’de tutmadı. Türkiye usülü, salçalı hamburger daha çok tuttu. Uluslararası şirketler son 5 yıldır yerel lezzetlere yönelime başladı, örneğin fındıklı neskafe var şimdi.

Çocukluğumda anneannemin ve teyzelerimin yaptığı, koyun ayağı paçası çorbası, bumbar dolması, işkembeli nohut artık yok. Daha ucuz olduğu için, arnuvut ciğerinde dananın yerini tavuk ciğeri aldı ve bunu ayırsayabilen yok. Bayazıt’taki büfelerden birinde bir ara domuz işkembesinden çorba yapıp satarlardı, ben de ayırsayamamıştım, gazete yazınca tadı farkını anladım.

Tüm bunlardan çıkan genellemeler, Türkiye 1955-2005’te modanın ve genelgeçerliğin mutfak kültürünü oldukça çok etkilediği gibi bir sonuç olur. Ancak kimse de biber dolmasını Hint usülü yapmıyor henüz ama ‘fast-food’ ve şirketlerin yemek bileti uygulaması birarada, en azından öğle yemeği için beslenme alışkanlığımızı tümüyle değiştirdi. Örneğin, en proleter bile kola içiyor, ayran veya su değil, zaten kişi başına düşen gazlı içecek tüketimi belli.

Sonnot olarak şunu yazmak gerek: Türkler’in genel pişirme tarzı, yağ ve kanserojen madde açısından ‘fast-food’dan farksız olduğu için, sağlık açısından bir şey değişmiş sayılmaz, mide ve bağırsak açısından Adana dürüm de berbat, hamburger de.

(13 Haziran 2006)

GÜNDELİK YAŞAMIN STANDARTLAŞMASI

1994-2006 arasında Taksim Kopuzlar’dan her hafta aynı maddelerden aynı miktarlarda satın aldım. (Son 2 yıl haricinde resmi enflasyona uyan bir fiyat artışı seyri gözledim.)

Bunun anlamı ne?

Öncelikle yemek anlayışım hiç değişmemiş. (Son 2,5 yılda kırmızı etin yerini beyaz et aldı.) Yemek anlayışımı, sağlıklı beslenme olarak niteleyebilirim. Bir tek hemen hiç yağ tüketmem. Alkolden dolayı bedenim yağlı olduğu için.

Nedir bu standart?

Kahvaltı kesinkes siyah zeytin ve beyaz peynir. Et kökenli ürünler yok. Yumurta haftada kişi başına 2-3. Çay değil hazır kahve.

Öğlen kimi dışarıda yeniyor. Kimi kahvaltı olarak geçiriliyor. Protein tüketimi var.

Akşam kesinkes zeytinyağlı sebze. Konserveyi kolaylığı için yeğliyorum.

Ara öğünlerde meyve çok. Süt ve kek akşam var.

Temizlik: Yumuşatıcı, otomatik makine deterjanı, sabun, tuvalet kağıdı. Tuvalet kağıdı tüketimim Türkiye ortalamasının çok üzerinde.

Ekstra: Bulaşık yıkamayı sevmedim için plasitk tabak, çatal, kaşık.

Bu düzen ayda bir piknik tüp (2 kg likitleştirilmiş gaz) götürürdü. Son 2 yıldır doğal gaza geçildi.

İlginç olan bu düzenin, Türkiye için alt seviyenin bile altında maliyeti olması. Bunun temel nedeni marketlerdeki en ucuz malları almam.

Bunun benzeri İstanbullular için de geçerli. Özellikle 20’yi bulan semt pazarındaki 30 yıllık gözlemlerim insanların belki benim doğumumdan önceye denk gelen bir süredir aynı şeyleri aynı biçimde tüketttikleri. Örneğin, evde yapılan yemeklerde bildiğim kadarıyla 50 yıldır hiçbir değişim yok. Böreklerdeki yerel farklılık gibi konuları işin içine katmıyorum.

Dolayısıyla ben de dahil olmak üzere, artık rutinleşmiş bir biçimde gündelik yaşamlarını sürdürüyorlar. Hele de yaşları 30’u geçmişse sabitlik daha kalıcı oluyor. Nisan ve Mayıs 2006’daki 2 ev değişimim beni yabancılaşmaya bile sürükledi, dün aynada kendimi tanıyamadım.

Bu standartlık, ister istemez siyasal tercihlere, normlara da birebir yansır. Muhafazakar bir gündelik yaşam muhafazakar bir parti tercihi de demek (ben hariç). Dünkü Hürriyet’te Türkiye’deki seçmenin artık radikal sağda olduğunu gösteren bir araştırma yayınlandı.

Gecekondulaşma, sanayileşme, kentleşme süreçlerinde gerçekten toplumsal devrimler yaşayan insanların nasıl olup da tutucu olduğunu açıklayacak bir bilgi dağarcığı sundum. Hızlı değişenler değişime en çok tepki geliştirenlerdir, çünkü canları yanmıştır, örneğin aile kurumun çözülüşü, ben dahil herkese acı veriyor.

İkilem görünse de öyle değil.


KASIMPAŞA’DA ALTKÜLTÜRLER

Veletler: Okul öncesi çocukları. Çok bollar. Büyüklerin hiçbir kuralına bağlı değiller. Sürekli gürültü modundalar. Anneleri onlarla başedemiyor. Üst komşumda 2 tane birden var. Kadıncağız günün 24 saatı çığlık çığlığa onlara bağırıyor. Tuhaf olan şey ise, onların da laf değil, ses yetiştirmesi, çünkü biri hiç konuşamıyor, diğeri ise çat pat konuşuyor. Bir bağırtıdır çağırtıdır gidiyor.

Çocuklar: İlköğretim okuluna gidiyorlar. Ana caddede olduklarından trafik polisliği de yapıyorlar. 2 hafta önce bir cuma herhalde yılsonu şenliği vardı. 4 şeritli caddede trafiğin canına okumuşlardı. Anneler ve veletler, arabalar sanki hiç yokmuşçasına, yolun ortasından yürüyorlardı. Daha da tuhafı, şöförlerin gülümseyerek beklemeleriydi. Sanırım Türk halkının çocuk sevgisi bir acaip, çünkü ben bile duruma kızacağıma güldüm.

Ergenler: Çok tehlikeliler. Mahalle halkının Beyoğlu ile düz temasta bulunan bölümü onlar, çünkü meslek liseleri Tünel civarında. Kriminaliteye çok yakınlar. Kızların birbirlerine ettiği küfürler benim bile yüzümü kızarttı. Popüler kültürün idollerine özeniyorlar ama görünüşleri, at penisindeki papyon gibi.

Evkadınları: Kesinkes alışverişi bilmiyorlar. Pazarda da her tür kumaş ürün karşısında, incik boncuk gören yerliler gibiler. Çarşaf tezgahında 1 saat geçirenlerini gördüm. Evkadınları aynı zamanda çok çocuk annesi. İyi bir ahçı olmadıklarını ise, apartmandaki kavrulmuş soğan kokularından çıkarabiliyorum, çünkü soğanın kokusu pişerken bin bir çeşit olabilir. Hani pembeleşmek denilen kıvamın da belli bir kosusu vardır ki bizim apartmandakiler onu yakalayamıyor.

Erkekler: Öküzler. Öküz oğlu öküzler. 30 yıllık İstanbul yaşamımdan sonra bana kültürün dibini gösterdiler. 1973-1977 arasında İzmir Alsancak kahve kültürüm çok güçlüydü. Bunlar kahvenin bile adabını bozuyorlar. Bu kadar izansızlık, bu kadar sopa düşkünlğü, valla bravo ve hayret.

Yaşlılar: Hep aynılar. Torunlar, nenelerini ve dedelerini şeker, ciklet ve çikolata ağacı niyetine kullanıyor. Cami avlusundakiler ise ‘ben bu boktan hiçbirşey anlamadan gidiyorum yahu’ modundalar.

Çingeneler: Gerçekten çok özgün bir altkültür. Bir kere beyazlaşıyorlar. Sonra türkleşiyorlar, yani yerleşik yaşam moduna geçenlerin sayısı giderek artıyor. Çingene olmayanların olağan işlerini yapanlarla çiçekçilerin bariz bir farkı var. Çiçekçiler tam Çingene. Bir de hafif kriminal olanlar, ayırsandıklarını bilmeksizin kolaçan-erkete modundalar.

Esnaf: Uzun süredir bu kadar kötü esnafı birarada görmedim. Biliyorum, çünkü ben de esnafım. Sinekli bakkal bile var. Onlarca ‘seç al 1 YTL’ci, onlarca nayloncu var. Lokanta bir tane ve feci kazık. Yalnız belirtmeliyim, çok önemli bir özel durum gördüm: Bir kadın seyyar manav vardı ama sanırım lezbiyendi ya da erkek Fatma idi. Genelde olmaz, sinekli bakkal, bakkal, büyük bakkal, süpermarket ve hipermarket fazlarının hepsi birarada mevcut ve kuşkusuz hepsi birden iş yapamıyor. Nalbur gibi, zanatkarlık işlerini yapan esnaf konusunun cahili, bir şey sorunca mel mel bakıyorlar.

Askeriye: Kuzey Deniz Saha Komutanlığı var. Merkez askeri binanın 1 kilometre çevresinde fotoğraf çekmek yasak. Tüm birlikler gibi, bölgenin ticaretini besliyorlar. Kazıkçı lokantanın müşterileri askerler. Esnafı epeyce zengin etmiş gibiler.

Kültür yaşamı sıfır. Sinema yok, kitapçı yok. Korsan kitapçı veya filmci de yok. Pornocu ve videocu bile yok. Ancak internet kafe var.

Boştagezer çok. Günün her saatı semtin her bölgesi hiçbir halt yapmayan insanlarla dolu. Emekli maaşı kuyrukları uzun. Henüz kapkaççı teşhis edemedim, belki kendi semtlerinde çalışmıyorlardır. Ancak havada genel bir suç eğilimi var. Ölümle sonuçlanabilecek kavga girişimleri gördüm.

Genel bir kendi halindelik egemen. Sudaki balık denli doğallar. Beyoğlu’nda bir kültür zorlaması vardır, burada aptallığın rahatlığı egemen. Yaşamımda kendime en çok hakaret edildiğini duyumsadığım, 2000’de bedelli askerlik yaparken, ‘üste para verip çalışma’ durumundaki aşağılanmadan daha ağırını hissediyorum. Yazar-entellektüel kimliğim, hiçbir biçimde dışarı ipucu sızdırmadığım halde, eziliyor. Proleteryanın yanlış tanımlanmışlığı burada kesinkes ortada.

(13 Haziran 2006)

SINIF ATLAMAK

Türkiye’de dolar milyoneri oranı kabaca %o 1, yani 2006 itibarıyla 70-75 K dolar milyonerimiz var.

Bunların 1/3’ü üçkağıtla, 1/3’ü mirasla, 1/3’ü liberalizmin lütfuyla öyle olmuştur.

4 K$ dolar maaş alan bir yönetici, bekar kalsa, ayda 1 K$ harcasa, 25 yılda 900 K$ biriktirir. Bunun en az % 100, en çok % 1.000 reel faizi olur (reel faizin yıllık % 100’ü epeyi geçtiği zamanlar oldu, risk sıfırdı, çünkü kaynak devlet bonosuydu).

Bunun yanısıra, milli piyango her ay 3 kez 5 kişiyi, sayısal ve şans topu her hafta 1 kişiyi dolar milyoneri yapıyor (dağıtılan para toplanan paranın 1/3’ü yalnızca). Yani Özal dönemi için en az 1 K, en çok 2 K kişi bedavadan dolar milyoneri oldu. At yarışlarının cirosu çok daha fazla ama orada hep şike var.

Toplamda kumardan kazananların kazançla kazananların $ 2’si olması bir gösterge. İnsanlar 25 yıl çalışmaktansa, 25 yıl kumar oynayıp zengin olma hayali kurmayı yeğler.

Kazandılar diyelim:

1 M$ ile neler yapılabilir?

En kötü durumda 10 tane ev alırsın. 1’inde oturur, 9’unu kiraya verirsin. Toplamda aylık 5-6 K$ kira alırsın. Devlet reel % 10 faiz vermeyi sürdürmek zorunda, bu da bir yol. En iyisi karma kullanım ki 3 çeşit yatırım en dengeli dağılım olarak önerilir.

Bu durumda liberal illüzyon bir bakıma başarıya ulaşmış sayılır. Üstelik medya, şans oyunlarından zengin olmuş kişilerin öykülerini ballandıra ballandıra anlatmıyor nedense.

(20 Haziran 2006)

OYUN KURAMINDA DAVRANIŞ NİTELİKLERİ

Riskçiler: Kazancın arttığı ama kazanma olasılığının düştüğü durumu yeğleyenler.

Sağlamcılar: Kazancın azaldı ama kazanma olasılığının düştüğü durumları yeğleyenler.

Hileciler: Kazancı azalsa da, hile yapmayı yeğleyenler.

Pazarlıkçılar, uzlaşmacılar: Alışverişte, kimi iki tarafında zarar edebildiği biçimde orta yolu yeğleyenler.

Hep banacılar: Yalnızca kendi kazancını düşünüp, başkalarına zarar verenler.

Egosentrikler, güçlülük kompleksliler: Ticarette bile zorbalığı kullanıp, başkalarını ezmeyi yeğleyenler.

Muğlaklar: Ne için ticaret yaptığı belli olmayanlar, anlamadığı malı alıp satanlar, pazarın dengesini bozanlar.

Kurnazlar: Karşı tarafın boşluğunu yakaladığında, uzun vadeyi düşünmeksizin o işte kazık atmayı yeğleyenler.

Muhafazakarlar: O işte zarar etse bile, aynı satıcıyı veya alıcıyı yeğleyenler.

Oyunu yeni biçimde oynayabilenler: Çok az raslanırlar. Ticareti o güne dek kimsenin aklına gelmeyen yerde, zamanda, biçimde yapanlar. İlk internetçiler böyleydi.

Yenilikçiler: Yeni müşteri ve pazar segmenti yaratabilenler. Yurtdışı yatırımcısı Türkler böyledir, örnek Kazakistan’daki Çalık, dolar milyarderi olduğunu henüz kimse ayırsamadı bile.

İyi başlayıp kötü bitirenler: Teknoloji Holding ortakları. Son anda ortaklığı bozarak, dolar milyarderi olmalarını 10’ar yıl ertelediler, belki de imkansızlaştırdılar.

Sinerjikçiler: Olmadık kişilerle kimyaları tutup, ‘1+1=3’ yaratabilenler.

Mucitler: Bambaşka bir mal üretebilenler. Japonlar’ın robot başarısı böyle.

Dipnot: Bunlara her zaman yeni tanımlar eklenebilir. ‘Düz yolda kendi ayağına basıp düşenler’ deyimi, pekala TÜSİAD’cıların son 3 yılı için söylenebilir.

(20 Haziran 2006)

TEKNOLOJİYE KARŞI KİTLENİN TUTUM ve DAVRANIŞI

Kitle hemen her yeni şeye karşı olduğu gibi, yeni teknolojiye karşı da önce tutucu, sonra kabullenir davranır.

Kitlenin tutum ve davranışları, başka bir çok konuda olduğu gibi aynı olmayabilir.

Kitlenin teknolojinin kendisini kabul etmesi, ideolojisini kabul etmesinden daha kolaydır, çünkü onun için somutluk soyutluktan önce gelir.

Belli keskin noktalarda, kitle çok daha tepkisel davranır, zamanında tüp bebeğe karşı olduğu gibi. Sonradan onu benimser, hatta benimsemede tutuculaşır.

Eğitimli ve eğitimsiz kitlenin teknolojiye karşı tutum ve davranışları, sanılacağı denli birbirinden çok farklı olmaz.

Gençler, yeni şeylere karşı her zaman yaşlılardan daha esnektir, çünkü zaten yaşadıkları her şey onalr için yenidir.

Halk eğitim merkezleri gibi yerlerde kitleye verilecek eğitimler, sanılacağı denli kalıcı etki içermez, teknoloji konusunda da öyle.

Birinci Dünyalılar, kendi ideolojilerine ait olduğu için, teknolojiye Üçüncü Dünyalılar’dan daha açıktır.

Şirketler, hem kar amacı güttükleri, hem de teknoloji geliştirdikleri için, yeni teknoloji onlar için hemen kullanılacak bir şey değildir, kitlenin yararına olsa bile. Bir ürünün sinek yağını çıkarmadan sonraki ürüne geçmezler.

Bu açıdan bakınca, medyanın teknolojinin lehindeki tutumu, yalnızca şirketlerin karlılığı içindir, kitle yararı için değil.

Kitlenin klonlama gibi yeni bir teknolojiye karşılığı yoktur, medya tarafından koşullandırılmışlığı vardır.

Yeni teknolojilerin kar-zarar dökümü hemen yapılamadığı için, uzun vadeli zararlar hesaba katılmıyor. Çevre konusunda Birinci Sanayileşme boyunca bunu çok iyi gördük.

Elektrik, otomobil gibi kitlenin gündelik yaşamında devrim yapan Birinci Sanayileşme ürünleri, İkinci Sanayileşme’de o denli çok olmayacağa benziyor. İnternet ve bilgisayar hariç, onlar 10 yılda şimdiden yüz milyonların yaşamını değiştirdi. Robotlaşma ve uzaycılaşma kitlenin gündelik yaşamına pek izdüşmedi. Cep telefonu başlangıçta çok şeyi değiştiriyor gibi göründü ama sonradan pek değiştirmediği görüldü.

Bu durumda, kitleye teknoloji hakkında uzun vadeli, yumuşak, telkine dayalı bir eğitim vermek daha mantıklı görünüyor.

‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev Üzerine’de 500 yıl önce belirtildiği üzere, her kültürel modun standart biyografik yaşam biçimlerine kitle genelde uyum sağlar. Kitle İkinci Sanayileşme moduna da uyum sağlayacaktır. Örneğin, ‘yarım gün’ ve ‘ev işi’ modları şimdiden epeyi yaygınlaşmış durumda. Bunlar ‘9-5’ modunun değişim sinyalleridir.

(25 Haziran 2006)

LİBERALİZM KAZIĞI

Güngör Uras 2002’de şöyle yazmış:

http://www.milliyet.com.tr/2002/12/02/yazar/uras.html

“DİE’nin yoksulluk araştırmasına göre, Türkiye’de hane halklarının % 11’i oldukça yoksul, bunu izleyen % 20 alt düzey yoksul, % 12 ise üst düzey yoksul sınıfındadır. Hane halklarının toplam olarak % 43’ünün yoksul olduğu ülkemizde, bu yoksul hane halklarına ek olarak % 12 hane halkı da yeterince beslenemeyenler grubuna girmektedir.”

Bu yıl yapılan bir araştırmaya göre de, 2001’den 2006’ya dek, yalnızca en üst % 1 nüfusun geliri artmış, gerisinin ise azalmış.

İşte, liberalizm kazığı bu: 99 hayal edip sınıf atlayamayan, üstüne bir de fakirleşen, 1 sınıf atlayan.

(26 Haziran 2006)



SON YÜZYILDA BOŞ ZAMAN

Bir araştırmaya göre son yüzyılda boş zaman artmamış.

http://neweconomist.blogs.com/new_economist/2006/06/ueberfeldt.html

İlk bakışta, azalan mesai saatı ile çelişiyor gibi görünüyor ama bir düşününce olay aydınlanıyor:

Yüzyıl önce, günde 2-3 saat yol yoktu. 1 kişi 10-100 kişi için yemek yapardı. Diğer işlerde de öyle. Kendi ev işini kendin yaptığın zaman, birim zaman artar, çünkü o işte uzman ve seri değilsindir. Günümüzde AB ve ABD’de insanların % 25’i tek başına yaşıyor.

Artı tarım kesimi hiçbir zaman yılın 50 haftası çalışmaz. Yüzyıl önce nüfusun yarısı tarımdaydı.

Ayrıca bu durum, tarihte ilk kez şimdi gözlenmiyor. Neolitik Devrim’de de, avcı-toplayıcı toplum tarım toplumuna dönüşürken mesai artmıştı, çünkü organizasyon artınca, kişi başına yapılacak işler de artar.

Şimdiki durum, 2. Sanayileşme ertesiki limit sıfır mesaiden önceki boş zaman azalışı.

(26 Haziran 2006)


NE KADAR BOŞ ZAMAN, NE KADAR İŞ?

2000’e dek:

0-25 yaş arası okul, 25-50 yaş arası iş, 50-75 yaş arası emeklilik kabaca normal sayılıyordu. 2005’te AB ülkeleri emeklilik yaşını 67 yaptı. 18-67 yaş arası 50 yıl eder. 1 çalışıp 1 bedava maaş almak yanlış olabilir ama, 50 çalışıp, 7 bedava maam almak da çalışan aleyhire haksızlık.

G-7’de kalifiye bir işgören işverenine 1’e 100 ciro kazandırır ve bu normal karşılanır.

Görüldüğü gibi, dönüş dolaşıp sömürüye varıyoruz.

Dünya nüfusunun %o 1’i dolar milyoneri. % 1 ise sınıf atlıyor konumda, yani 10 milyon doları olanlar (60-70 milyon kişi) için 6 milyar küsur kişi sürünüyor.

Dikkatinizi çekerim:

10 milyon dolara yalnızca lüks bir ev satılıyor.

Bu paraya sahip olanların hemen hiçbiri patent üretmiş filan değil, artı sıfır faizli teşvik kredisi, özelleştirme şu bu ile bunlar yoktan var ediliyor.

Gülünç bir biçimde de bunlar hiçbir iş yapmadan günde 16 saatı parasını arttırma tasarımları ile harcıyorlar. Akıllarına 40’ında bir yazlığa çekilip dinlenmek gelmiyor.

(26 Haziran 2006)


BAKIŞ AÇISI GÖRELİĞİ : EMİN ÇÖLAŞAN’IN KAHRAMANI

Emin Çölaşan’ın bir kahramanı varmış. Devlet için Kürtler’i öldürmüş. Ancak sonunda Kuzey Irak’ta öldürülmüş. Türkmen’miş. Adı Sabah Ketene imiş.


Bu yazıda belirtildiği biçimiyle adam, savaş suçu da, insanlık suçu da işlemiş.

Bunu bir gazeteci-yazar açıkça yazmış.

Kimse de sesini çıkarmamış.

Tersine bakalım:

Aynısını Kürtler için yapanlar var. Korucular gibi, aslında yalnızca kendileri için yapan çapulcu takımı var. Musa Anter’i öldüren Kürt Abdülkadir Aygan gibi tekiller var.

Sorarsan: Herkes haklı. Kendince. Nasreddin Hoca fıkrası gibi: “Haklısın, sen de haklısın, Hoca’m olmaz, sen de haklısın.”

Dün DTP (Demokratik Toplum Partisi) kuruluş kongresine ETA ve İRA temsilcileri de katılmış. Bunu 2001’de yazdığımda kimse inanmamıştı. Kim, İRA’nın ve ETA’nın demokrasi istediğine inanıyor?

Bu benim savaşım değil idi. Yeniden belirtmiş olayım. Taraf olmayanı bertaraf etme uyanıklığını artık yapamasınlar.

(27 Haziran 2006)





YARDIMSEVERLİK

Dünyanın en zengin insanı Bill Gates 80 milyar dolarlık servetinin 40 milyar dolarlık bölümünü harı işlerine ayırmıştı. (Gates’in şu an 50 milyar doları var, yani para parayı hala çekiyor.)

Dünyanın en zengin ikinci insanı Warren Buffet da, geçen hafta 44  milyar dolarlık servetinin 37 milyarını Gates’in vakfına aktarmaya karar verdiğini açıkladı.

Görünüşte dudak uçuklatan bir masal var.

Peki ya görünmeyen?

Microsoft pazardaki kendi tekeli için aypmadığını bırakmadı. Mahkemelerde kezlerce yargılandı ve ceza aldı. Onun 100 dolara sattığını Linux bedavaya veriyor.

Uluslararası arası spekülatörler yalnızca Türkiye’deki yerli tasarruftan 30 milyar doları 20 yılda aldılar. Bunun için yalnızca şike yaptılar. Dünyada 30 tane borsa var. Bunların önemli bir bölümü gelişmekte olan ülkelerde. Nasıl ki dış borç yoluyla makro sömürü varsa, borsalar yoluyla da mikro sömürü var.

Bunların devamında asıl sorun var:

Global marketlerdeki oyun sıfır toplamlı değil.  Diğer bir deyişle Gates veya Buffet 1’er milyar dolar kazanırken, en aşağıdakiler en çok olmak üzere, bazıları 1’er milyar dolardan çok kaybediyor. Asıl önemlisi, oyuna dahil olmayan en alttakiler, en temel gereksinim olan yiyecek yitimiyle bunu ödüyorlar.

Dünyada 2 milyar aç var. Gelişmekte olan ülkelerdeki hızlı nüfus artışı dolayısıyla, 1 milyar olacaklardı diyelim. İşte bu nüfus, Buffet ve Gates gibiler nedeniyle açlar.

Dolar milyarderleri işledikleri suçları 3-5 sevapla örtemezler.

(28 Haziran 2006)

SON YÜZYILDA BOŞ ZAMAN

Kaynak: http://eh.net/encyclopedia/article/whaples.work.hours.us

Çalışan bir erkeğin günlük zamanını kullanışı:

Etkinlik
1880
1995
Uyku
8
8
Yemek ve Bakım
2
2
Gündelik İşler
2
2
Yol
1
1
İş
8.5
4.7
Hastalık
.7
.5
Boş Zaman
1.8
5.8

Bu tablo, aynı başlıklı bir önceki yazıdaki önesürümle çelişiyor. Ancak, orada ev işi ve eğitimin günümüzde bir yüzyıl önceden çok daha fazla zaman aldığı belirtiliyor.

Ayrıca, bu boş zaman artışının tümüyle televizyon seyrine ayrılmış olması da başka bir gösterge.

Bir de bürokratik-organizasyonel zaman israfı var: Ortalama bir banka işlemi 0,5 saat alıyor, ortalama bir çalışanın 10’un üzerinde aylık fatura ödemesi var. Evler çok çabuk tamir gerektiriyor.

Mesai 1830’daki haftalık 70’ten 2010’daki haftalık 35’e düşmüş. En önemli gösterge bu. Her 5 saatlık düşüş için 20 yıl geçmiş. Demek bugünkü yarım güne denk gelen, günlük 5 ve haftalık 25 saata 2050’de gelinecek.

6 saatlık mesai, fabrikada 4 vardiya edeceği için, o uzun süre ölçüt kalır ve 24 saatlık mesaiye 24/25 = % 96 ücret verilir. Toplumbilimcilerin ve iktisatçıların şimdiden tartıştığı, işçilerin daha çok para için çift vardiya yapacağının şimdiden belli olması. Günümüzde zaten milyonlarca kişi 10 saat mesai yapıyor ve ölesiye yorulmuyor.

Buradan çıkacak sonuç boş zamancıların ve paracıların iki ayrı küme olacağı. Bugün için yarım ve tam gün ayrımı zaten var.

O zaman: Şimdiden açıkça belli ki:

250 yıl sonra tamamlanacak 2. Sanayileşme sonunda bile doğan herkese 0 saat mesai hakkı verilmiş olmayacak. 2100-2250 arasında 100-150 yıllık sermaye birikimi buna uygun koşulları yaratacak olsa da böyle. Öyleyse, entellektüeller gibi seçilmiş / tayin edilmiş bir azınlığa, bugünkü akademisyenler gibi belli görevleri yerine getirme koşuluyla bu hak tanınacak. Elektronik olarak izlenebilen bilgi edinme mesaisi miktarı bir ölçüt olabilir.

Artı-değer ne olacak?

Uzaya gidecek bir. Savaşa gidecek iki. Eksi toplamlı oyunlardan dolayı ekonomiden buharlaşacak üç.

Bu durumda, 200 yılda global-burjuvazi ayırtsızlığı muhakkak yerleşmiş olur. 100 yıl savaşmamış ülkelerin durumu gibi, 100 yıl savaşmamış dünyanın durumu ortaya çıkacak. Daha da sonra, barış koşullarında dahi çıkarma yolu gerçek kılınacaktır ama kimbilir ne kadar zaman alır.

(28 Haziran 2006)


BOŞ ZAMAN ve DEHA

Bilim, düşün ve sanatta  artı-değer üreten dehaların boş zamancı olması zorunluluğu yok.

Arakesit akademisyenler, yani birşeyler yapsın diye para ödenenler de, diğerleri gibi mesai yapıyor.

Bunun yerine; Poincare’nin askerlik yaparken bir otobüsten inerken bir matematik denklemi tasarlayıp, onu ancak askerden dönünce kağıda geçirmesi gibi durumlar daha çok yaşanıyor.

Bu durumun, ciddiye alınan tüm düşünürlerce yazılmış ütopyalarda tam tersi olarak tasarlanması bir ironi. Herhalde bir tek bu konuda onların sözü dinlenmiyor ya da boşta kalan dahilerin tehlikesi göze alınamıyor.

(29 Haziran 2006)

BOŞ ZAMAN ve KEYİF

Olağan koşullarda, işgören tarafından mesai eziyetli, boş zaman ise keyifli olarak tanımlanır.

Yaptığı işten aşırı keyif alıp, boş zamanını eziyet olarak yaşayan istisnalar da mevcuttur.

Genelde mesaiden sonra hiçbirşey yapmamak bile keyif verici bulunur, çünkü mesai sırasında beden ve zihin çok yorulur.

Emeklilikteki tam boş zaman keyif vermiyor.

Evkadınlarının boş zaman kavramı belirgin değil.

Boş zamanı en çok dolduran televizyon seyri, artık uzun süredir keyif verici değil, çünkü programlar çok kötüleşti.

Bilgisayar oyunları, özellikle de adrenalin salgılatan aksiyonlu olanları, aşırı keyif verici.

Futbola giren şike ve kazanma hesapları onu da keyif verici olmaktan uzaklaştırdı. 2004 olimpiyatlarını ve 2006 dünya futbol kupasını 3’er milyardan çok kişi seyretmiş, yani yine de bağımlılık var.

Batıda sivil toplum ve hayır örgütlerinde çalışmak önemli bir boş zaman etkinliği durumunda ama bizde öyle değil.

Sinemaya gitmek gençler için önemli bir boş zaman etkinliği. Bu istatistiklerden belli.

Boş zaman geleneği bizde bile kuşaklardır yerleşmiş durumda ama işe yarar bir gelenek hala ortada yok.

Dünyada kişi başına ortalama ayda bir kitap okunmuyor. Yazının 6.000., matbaanın 500 küsuruncu yılında bu durum utanç ve üzüntü verici. Ancak Holywood baskılı ABD’de sinemaya gitme bunun da gerisinde. Diğer tüm sanat dalları da bunların gerisinde. Tekrar dinlenen müzik ürünlerinde bu oran çok daha yüksek olsa gerek ama birim satış yine aynı.

Tıpkı emeklilik yaşı gibi, boş zaman için de bir ölçüt geliştirilmemiş durumda. Ayrıca boşta kalan insanların sıkıldığı gerçeği de ortada.

(30 Haziran 2006)

KİŞİSEL HARCAMALAR 2001-2006


Türkiye’de gıda hala % 30 gibi çok yüksek bir oran tutuyor. Bende ise % 15’in altına düştü (>100/750 YTL). Toplamda ise ortalamanın üzerine çıktım (5.000 $).

Ulaşımın ve cep telefonu nedeniyle haberleşmenin toplamda % 20 olması tümüyle israf.

Kaynak: Sabah, 03.07.06.


75 milyar dolar yatırım yapıldığına inanmak güç. Tüketim malları ithali de yatırım gösteriliyordur. Doğru olsaydı, 750.000 kişiye iş yaratılması gerekirdi.

(3 Temmuz 2006)

KAVRAMSAL ÇERÇEVE :

SİBERNETİK KÜLTÜROLOJİNİN İLKELERİ

·         Kültürün anlamlı bir bütünlük taşıdığını varsayar.
·         Hem Murdoch’unki gibi analitik, hem sentetik bakış açılarını kullanır.
·         Murdoch’un ‘etnoloji x kültüroloji’ karşılaştırmasını ve karşıtlaştırmasını kullanır.
·         Hem gündelik yaşamın ürünleriyle, hem de bilim, sanat ve düşün ürünleriyle ilgilenir.
·         Kültürel göstergelerin tamamına yakınının informatik-kognitif gürültü olduğunu kabul eder. O nedenle, kültürel ürünleri gözler, ayıklar, derler ve kavramsal çerçevede sınıflandırır. Bu yaklaşım da, lazerin tek renkliliği gibi bir durum yaratır: Her kültürel moda yoğunlaşmış bakış açısı bazı önkoyutlar içerir.
·         Avcı-toplayıcı, etnolojik, folklorik / feodal, sosyolojik / sanayileşmiş, bilgi / ikinci sanayileşmiş olmak üzere temel kültürel modları varsayar.
·         Kültürel modlar gibi standart biyografi modları olduğunu da kabul eder. (Sanayileşme = eğitim + mesai + emeklilik ve Sanayileşme = uyku + boş zaman + mesai)
·         Biyografi modları şimdilik rollerin ve statülerin toplamıdır.
·         Tarihi 5.000’i geçmiş zaman, 2.500’ü gelecek zaman olmak üzere, şimdilik 7.500 yıllık bir perspektifle ele alır.
·         Neolitik ve uzay çağının başlangıcı gibi, özel kültürel yalpalar ve çatallanmalarla özel olarak ilgilenir.
·         Kültürolojiye kaos matematiği ve puslu mantık uygular.
·         Kültürolojik çeviriler (bir kültürü diğer bir kültüre öğeleriyle çevirmek) yapar.
·         Tarihe matematiğin dallarını uygular.
·         Farklı neden-sonuç ilintileri tasarlar ve uygular (10x 10 = 100 statik ve yüzlerce dinamik, 10 = eksi sonsuz, eksi çok, eksi bir, i, eksi epsilon, sıfır, epsilon, bir, çok, sonsuz).
·         Marksist gerçekçi izleği izler ama marksist değildir. Benjamin’i, Brecht’i, Lukacs’ı ve Adorno’yu örnek alır ama onları marksist saymaz.
·         Tarihe müdahaleci değildir.
·         Kültürel koruyucu hekimlik ideolojisini kullanır.
·         Kadının tarihe ve kültüre katılımının limit sıfır olduğunu kabul eder. Kadın kategorisini limit boş küme olarak tanımlar.
·         Varolan hümanist-kültürel modlara trans, post, zeno, meta hümanizmler tasarlar.
·         Varlığını 1945 atom bombaları ve 1957 uzaya çıkışı olarak temellendirir.
·         Tanımı geçicidir. Kendini 2250’den sonra fesh ve tasfiye edecektir.
·         Farklı modların farklı modları kültürolojik olarak farklı yorumlayacağını kabul eder ve birini diğerine üstün saymaz.
·         Sonul kültürel mod yoktur.
·         İnsandan sonrası için, kültüroloji yerine başka bir sözcük-kategori icat edilebilir. Şimdiden evrimöte ve tarihöte denebilir.

(3-10 Temmuz 2006)

BOŞ ZAMANI ÖLDÜRMEK

Türkiye’de 2006’da:

Günde 1 M erkek 4 saat at yarışı ile ilgileniyor ve oynuyor.

Günde 1-2 M erkek 100.000 caminin önünde günde 4 saat öte dünya geyiği yapıyor.

Günde 2 M erkek 50 K kıraathanede küçük de olsa kumar oynuyor.

Günde 10 M erkek 4 saat futbol geyiği yapıyor.

40 M kişi günde 3-4 saat televizyon seyrediyor.

(8 Temmuz 2006)

TÜRKİYE’DE LÜKS EĞLENCE SEKTÖRÜ 2005


Türkiye’de lüks eğlence sektörürün yıllık cirosunun 2,5 milyar dolar, müşteri sayısının ise 17.000 olduğunu bir işletmeci önesürmüş. İstanbul için de % 60 oran vermiş.

Bu kişi başına yıllık 150.000 dolar harcama eder. Her hafta desen 3.000 dolar eder. Bir gecede 3 yer desen, 1.000 dolar eder. Bu parayı 5 yıldızlı otelde bile harcaman gerekmez. Demek ki mankenlere şarkıcılara filan yediriyorlar.

Türkiye’de 72.000 (binde bir oranla) kişi dolar milyoneri. Sözü geçen parayı harcayabilmek için dolar milyoneri olmak gerek. Demek ki zenginlerin % 25’i lüks eğlence peşinde. Bence az bir oran ve şaşırtıcı. Ancak, tanıdığım 10 dolar miyonerinin hiçbirinin böyle yerlere gitmediğini de biliyorum, yurtdışına gidiyorlar ama.

İtiraz: İşletmeci yukarıdaki sayılara pastane ve kafe gibi küçük işletmeleri de katmış ama resmi olarak yalnızca Beyoğlu’nda haftasonunda 150.000 kişi eğleniyor ki yılda 7,5 M kişi etse, ayda birden 10’a bölsen 750 K kişi eder ve 15 milyonluk İstanbul için olağan bir oran eder. Bir nargile kafede 5 saat otursan, versen versen 20-30 lira verirsin. Yine de tüm yıla göre hesaplarsan 1 milyar dolar eder. Birahaneden kişi başına aynı, meyhaneden 50 liraya kalkarsın. İşletmecinin kastettiği yerler ise, Reina türü yerler olsa gerek.

Sonuçta, cirosal toplamı yalnızca 2 ile çarparak asıl sonuca varmış oluyoruz. Kişi sayısındaki 15/750 oranı da mantıklı.

İstanbul için geriye kalan 14 küsur milyon kişi de evinde televizyon seyrediyor zaten.

(16 Temmuz 2006)

DÜNYA’DA ve TÜRKİYE’DE KİTAP OKUMA

Ungan, şöyle konuştu: “Araştırmalara göre, bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Türkiye'de ise 6 kişiye bir kitap düşüyor.”


İsveç için sayının doğru olduğunu başka makaleden biliyorum.

Türkiye için yılda 12 milyon kitap eder. 12.000 çeşit 1.000’er adet satıyor olsa, o da doğru.

Japonya biraz yüksek çıkmış. Tanıdığım Japonlar o kadar kitap okumuyordu.

Bu sayıya kütüphaneler dahil olabilir. Bizde o sayılar katılırsa sayı 2 veya 3 katı olur. Yine de adam başı bir kitap etmez.

En çok okuyan, kafası çalıştığı 40 yılda 1.000 kitap okuyacak. Oysa, her dilde okunacak kitap sayısı 5-10.000 arasında.

Yazının 6.000., matbaanın 500 küsuruncu yılındayız. Yine de yazık.

Boş zaman uğraşında kitap okuma hala sonlarda.

(24 Temmuz 2006)


KASIMPAŞA PAZARI

Kasımpaşa Pazarı iki ayrı sokaktan oluşuyor. Birincisinde giysi, ikincisinde yiyecek satılıyor.

Giysi bölümü yiyecek bölümünden daha büyük.

Giysi bölümünden dükkan fiyatlarının kesirleri sözkonusuyken, yiyecekte market fiyatları geçilebiliyor. Akşam satışlarında çok indirim oluyor.

Her iki sektörde de pazarlar artık kayıtdışı ekonominin göstergesi.

Müşteriler, yani evkadınları alışveriş yapmayı hiç bilmiyor.

Semkin karmaşık etnisi, pazarda daha çok göze çarpıyor. Birbirlerine yokmuş gibi davranıyorlar.

Semt pazarları son yıllarda toplamda çok küçüldü, hem sayı olarak, hem de büyüklük olarak.

Karşılaştırma olarak Hisarüstü pazarı, geçmiş yıllara oranla çok küçülmüş ama mal dağılımı, hatta dizilimi Kasımpaşa ile aynı. Burada pazarcıların hep aynı insanlar olduğunu, haftanın 7 günü İstanbul’u dolaştıklarını belirtmek gerek. Zaten diğerleri onların akrabası. Yine de pazarcılığın 16 saata varan mesaisiyle zor bir iş olduğunu belirtmek gerek.

Kasımpaşa’da marketler kimi ucuz olsa da, tuhaf bir biçimde kadınlar marketlerden alışveriş yapıyorlar. Bunda veresiyenin payı yüksek olabilir.

Kendimi bildiğim 43 yıldır 5 vilayette semt pazarlarını bilirim. Temelde hiçbir değişiklik yok. Özellikle kokusu tıpatıp aynı.

(28 Temmuz 2006)

LÜMPEN BURJUVALAŞMA

Proleteryanın da lümpeni olur, burjuvanın da. Ortaya çıkışı, neredeyse Marx dönemi kadar eski olsa bile, lümpen burjuvazi ancak 1970’lerde portekizli bir yazar tarafından tanımlaştırılmış.

Bugün 4 gazete aldım ve okudum: Radikal, Hürriyet, Yeni Şafak, Zaman.

1983 komünistleri liboşlaştırmıştı, görünen o ki 2003 de şeriatçıları liboşlaştırmış. 2001’de okuduğum Yenif Şafak ile şimdiki arasında dağlar kadar fark var. Tam sayfa turistik uçak yarışı haberi, ancak kitlesel eğlencenin liboşlaşmasının bayrağıdır.

Paranın Müslümanlar’ı teslim aldığını, en sert şeriatçılardan Mehmet Şevki Eygi ve Abdurrahman Dilipak son 1-2 yılda kendileriyle yapılan söyleşilerde birkaç kez dile getirdi. Çetin Altan ‘sosyalist ahlakı’ derdi gerine gerine, onlar da ‘müslüman ahlakı’ derdi gerine gerine. Şimdi her ikisinin de ahlakı YKR’luk olmuş.

Bu durum beni üzmüyor. Tersine çok eğlendiriyor. 23 yıl göreli kısa bir süre. Bu süreci 230 yılda da yaşayabilirdik. Düşünün ki AB G-7’leri 5., belki 10. liberalizm dalgasında. İngilizce Wikipedia modern anlamıyla ‘liberalizm’in 1801 tarihli ve Fransızca kökenli olduğunu yazıyor. Latincesi ise Roma’da köle-sahip sınıfı çatışmalarına kadar geri gidiyormuş. Günümüzde ise yalnızca burjuvazinin tüm, yani kendisi ve alt bölümleri de dahil, sınıfları sömürmesi olarak anlaşılıyor. Düşünün ki TC’de 2003’ten beridir yalnızca ilk % 1 gelir kümesi reel gelir artışı yaşıyor. Gerisi sınıf atlama hayalleri ile avunuyor ve dibe batıyor ama bir bakıma haklılar, çünkü 1983’ten beridir 3 milyon daire bedava arsaya yapıldı, 3 milyon vergi mükellefi adam başı 1.000 küsur YTL vergi borcunun üzerine yattı, 3 milyon kaçak elektrik kullanıcısı 20 yıldır ayda 50 YTL ödemiyor, ilah… Bu liberalizme ‘talan ve yağma demokrasisi’ diyen de var. Calvino alaycı bir biçimde ‘çalmayanın cezalandırıldığı hırsızlar köyü’ metaforu kullanıyor ki mafyası ve yolsuzluğuyla İtalya bu konuda bir simge durumunda.

Eğlendirici olan bunlar değil. Uyuşturucu zenginlerinin de uyuşturucudan ölmesi gibi, zenginler orta vadede evlerini ısıtacak elektrik veya petrol bulamayacaklar, çünkü liberalizm tüm doğal kaynakları somuruyor ve onları tükenmez bir kuyu sanıyor. Örneğin, TC’de yeni bir İstanbul’daki liboşlaşma, yani zenginkondulaşma 15 milyon daha nüfus demek ama zaten şimdiki 15 milyon kişi için hizmet yok. 1960’ta İstanbul topraklarının % 95’i ormandı, 2060’ta bu % 0 olabilir.

Yukarıda andığım 4 gazete de dahil olmak üzere, tüm medya bu somuru / sömürü / tüketim hezeyanını körüklüyor. Borsa haricinde (ki o da yalnızca bir dolandırıcılık), insanları tasarrufa yönlendiren haber medyada yok, sağda da yok, ortada da yok, solda da yok.

Burjuva 1789’daki çıkışında devrimci bir sınıftı, Marx’a göre 1839’da, yani hepi topu 50 yılda çoktan gericileşmişti. Kolay ve çok hızlı kazanılan paranın burjuvaziyi lümpenleştirdiğini hep biliyoruz. 1988’de ENKA genel müdürünün (şimdiki deyimle CEO’sunun) evinde filipinli hizmetçi gördüğümde çenem düşmüştü, 10 yıl geçmeden 1997’de Filipinli dolu bir sokağa taşındım. Belki 10 yıl önce bile Türkiye’de dünyanın tüm ülkelerinden gelen, asgari ücretin altında paraya çalışan 1 milyon kişi olmuştu. Kimbilir belki şimdi 2 milyon kişidir, çünkü nüfusun % 10’unun, yani 7,5 milyonunun nüfus kağıdı olmadığını devletin kabul ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Yılda 100.000 kişi de TC’den transit geçiyor ama resmi kayıtlara göre değil.

İstanbul’daki 500.000 yurtdışı doğumlu Alamancı’yı düşünelim. Toplamda kimbilir kaç tane lümpen burjuva kümesi oluyor: Alamancılar, kaçak yabancı çalışanlar, zenginkondulular, anadolu kaplanları, rantiyeler. Hepsine 1’er milyon kişi eder bile diyebiliriz. Kimi küçük, kimi büyük burjuva ama hepsi de lümpen burjuva.

Bu durumda ne olur? İşte şimdi, bizde de vicdanı solda, cüzdanı sağda kişiler sınıfı oluşmuştur, diyebiliriz. Bunlar MHP’den çok DYP’ye oy verirler. Savaştan korkarlar, çünkü kaybedecekleri çoktur, ancak savaşın acısını 83 yıllık barışçı Cumhuriyet unutturduğu için, seçim hatası yapabilirler.

Bu sınıfın çocukları burjuva olamayabilir, çünkü 1 veya 2 ev, 2-3 çocuğu birden sınıf atlatmaya yetmez. Üstelik, tüm sınıflar gibi bu sınıf da, kazandığından çok harcamaya eğilimli. Demek ki siyaseten 10-20 yıllık hakimiyetleri olabilir, tıpkı köylü oyverenin artık sonuçları etkilememesi gibi.

Tutucu, onlarca torunlu, aile hakimiyetli Koç-Sabancı tipi büyük burjuvaların bu durumda başaltına kayacağı kesin, zaten Türkcell tipi çıkışlar onları alt etti bile. Ancak Teknoloji Holding başarısız çıkışı türü genç girişimcilerin önce kazanmalarına, sonra da elindekileri kaptırmamalarına daha biraz zaman var.

Bugün orta burjuvanın çocuğunun başka bir şehirde 5 yıl üniversite okuması, duruma göre 2-5 ev parası yiyebilir, özel üniversitede bu 10 katı geçebilir. Ancak hiçbir ailenin, o parayı o sürede biriktirip, çocuklarının bir lise mezunu olarak, 5 yıl hayat üniversitesinde, yani çıraklıkta pişmesini yeğlemesi beklenmesin.

Ne kaldı geriye? Dikkat edilirse, diğer ülkeleri bilemiyoruz ama durumu araştırabiliriz, alaturka lümpen burjuvalar hep iki arada bir derede salınacak gibi görünüyor. Şöyle örnekleyebiliriz: Özal dönemi zenginlerinin bazıları fakirliğe geri döndü bile. Bunlar Kapalıçarşı üçkağıtçı bavul ticaretçileri veya borsa tüyocuları olabilir. Hatta Çiller dönemi zenginlerinin bazılarının şimdilerde kafaüstü çakılmakta olduğunu da söyleyebiliriz. Erdoğan dönemi zenginlerini bazıları ise Yüce Divan’da ve hapishanede bitecek öyküler yazıyorlar şimdiden.

10 yıllık darbeler gibi, 10 yıllık liberalizmler hesabınca, bu öykünün kaba sonu 2013’te, kesin sonu 2023’te yazılmış olur. İkisini de yazacak kadar ömrüm olacak sanırım. Hatam olursa da, düzeltirim.

(30 Temmuz 2006)

2007

DOLAPDERE ÇİNGENE PAZARI

Pazar günleri açılan Pazar, Kasımpaşa’daki cuma günkü pazarın benzeri, Dolapdere’de kuruluyormuş, diye öğrendikten 2 hafta sonra oraya gittim.

Ne olur olmaz diye günün ışımasını bekledim. İyi ki öyle yapmışım. Çingeneler arasında bir kavga çıktı ki evlere şenlik. Ben oradan ayrıldıktan sonra kan akacağa beziyordu.

Tüm tezgahları açanlar Çingeneler. Kasımpaşa’dakinden farklı olarak, burası onların aynı zamanda yaşadıkları yer. 20 yıldır çok iyi öğrendiğim hurdacı mezbeleliklerinin hemen önünde tezgah açıyorlar.

Burası çok daha kalabalık. Çeşit daha bol. 20 tane plak, 20 tane de çok eski fotoğraf kaçırdım. Alıcı-satıcı arasında, bizde de olduğu üzere, alışkanlıklar ve söze dökülmeyen sözleşmeler oluşmuş. Ben oralarda acemiyim tabii. Fotoğraflara elimi bile sürdürmediler.

5 tane çizgi roman aldım. Yevmiyemi çıkartacağım için sevindim.

Görünen o ki, özellikle bahar yaklaşırken, evlerde temizlik yapılmaya başlayınca, bize oralardan ekmek çıkacak.

Ne tuhaf: 20 yılın sonunda bir kimliğim var. Çok uygunsuz bir kimlik. Ancak benzerlerim çok. Özellikle antikacılar bizim tıpatıp aynımız, Yahşi Baraz’ı gördüm örneğin. Yalnızca onlar büyük pasta peşinde, biz ekmek parası peşindeyiz. Kitap, hiç kimseyi zengin eden bir meta değil.

Bir proleter entellektüel olarak, lümpen proleteryayı gözlerim faltaşı açılmış seyrediyorum. Sınıf ilişkileri asla ve kata Marx’ın ve benzerlerinin tanımladığı gibi yürümüyor.

(8 Ocak 2007)

BURJUVA YAŞAMI GERÇEKTEN TEKDÜZE mi?

Bir sürü düşünce vardır, genelgeçer yargıyı yansıtırlar. Kimsenin aklına onları sorgulamak gelmez. O nedenle, onlara dayalı ve onların ardından gelen çıkarsamalarda birçok varyans-kayma-hata yapılır.

Burjuva yaşamının tekdüzeliği bunlardan birisidir.

Bunu sorgulayalım.

Öncelikle, gerçek burjuva yaşamı hiç sürdürmediğimi, dolayısıyla konuya dışarıdan baktığımı ama alaturka tekdüzeliğe yatkın mizacım nedeniyle, birçok noktayı kendimce yaşayarak bildiğimi belirterek başlayayım.

Öncelikle, burjuva yaşamı tarihin yarattığı en güvenceli yaşamlardan ve biyografi standartlarından birisidir.

Güvencenin sürprizsizlik, dolayısıyla tekdüzelik demek olduğunu kabul edebiliriz. Burada, insanların yaşamlarındaki sürprizlerin tamama yakınının olumsuz olduğu gerçeğini kayıt düşelim.

Ancak, bu güvenceli ve standart durumuyla bile, burjuva yaşamı birçok sürpriz içerir.

Bunu, kalp hastalıkları için risk analizinden çıkarabiliriz. Onlarda, üniversite mezuniyetinden evliliğe dek birçok olumlu olay da, birikerek kalp krizi yaratabilecek sürpriz deneyimler olarak sayılmıştır.

Standart bir burjuva yaşamına bakalım:

Anababa deneyimi, anaokulu, ilkokul, ortaokul, ergenlik, lise, üniversite, meslek seçimi, mezuniyet, birçok aşk ve seks, evlilik, askerlik, çocuk doğumu, mesai, çok iş değiştirme, emeklilik, ebeveyn kaybı.

Ortalama bir yaşamı 70 yıl sayarsak, her 5 yılda bire denk gelebilecek, 7 olumlu ve 7 olumsuz olmak üzere, 14 önemli olay yaşanıyor sayabiliriz. Eğer iş, eş, ev değiştirmeler artarsa, bu durum daha sıklaşır.

Keza gündelik yaşama bakalım:

Üçte bir uyku, üçte bir iş, üçte bir boş zaman. İşi yarı yarıya manevi doyumlu bir süreç sayalım. Boş zaman ise, televizyonla öldürülmemek kaydıyla, günümüzde tüm insanlara insanca yaşama olanağı verecek denli yeterlidir. Buna, senelik izinlerin ve resmi tatillerin rekreasyonunu da katalım.

Böyle baktığımızda, hiç kimsenin yaşamı tekdüze değildir. Bu arada, tasarruf yapma, kariyer yapma, çocukların yetiştiğini görme, ağaç dikme gibi gönüllü uğraşılar gibi ara süreçler de işin içindedir.

Bunlara karşı ortalama bir burjuvanın tepkisi, ‘aman çok yoruldum ve çok düşündüm, hadi koşa koşa gidip, televizyon seyredip, beynimi boşaltayım’ olmakta.

Neden?

Böylesi sorgulamalar yok da ondan. Tabii işin içinde, ister içine doğulan, ister sonradan kurulan türden olsun, burjuvazinin temel kudsiyeti olan aile ve ev yaşantısının gerçekte tam bir cehenneme dönüştürülmüş olması gerçeği var.

Ancak, sorunumuz tekdüzelik, olumsuzluk değil. Aile yaşantısı asla ve kata tekdüze olamaz, hep sürprizlerle doludur, tabii bunların hemen hepsi de olumsuzdur.

Burada ironik ikilem, burjuva ideolojisinin bireysel özgürlükten aşırı dem vurduğu halde, kişilere hiçbir tekil özgürlük alanı bırakmamış olması durumudur, evde hiç kimse yalnız kalamaz örneğin. Tekdüze olan mikro-gündelik cehennemdir ve insanlar ona alışmıştır. Kafeslerinin kapısı açıldığında uçamayan kuşlar gibidirler, çünkü Pavlov’un köpeği gibi koşullandırılmışlardır.

Daha da ironik olan durum, makro düzeydeki sömürünün işine gelecek olan, ‘insanların mutlu olması’ halisünasyonunun bile yaratılamamasıdır. Tabii, bunu prozakla denemekte ama becerememektedirler.

‘Ne yapmalı?’ sorusu sorulmayacak.

Güvencenin tekdüzelik olmadığı açımlanmaya çabalandı.

Gerçek yaşamın böyle birçok yönü var ki saklı gibi görünüp gözümüzün önünde duruyorlar.

(10 Ocak 2007)

ÜÇÜNCÜ BAHAR FAŞİZMİ ve/ya NEO-GERONTOKRASİ

Norveç, Kuzey Denizi’ndeki petrol ve doğal gazdan biriktirdiği paraların bir bölümüyle, Türkiye’de güney kıyılarında, yaşlı ve emekli Norveçliler için, birçok küçükkent kurmak için, hükümet düzeyinde girişimde bulundu.

Benzeri bir süreç, İspanya’da 1960’larda Franco diktatörlüğü döneminde de yaşandı. Oraları tükettiler. Şimdi oralarda bomboş çürüyen beton yığınları var.

Norveç, İskandinav ülkeleri içinde faşizme eğilimiyle bilinen bir ülke. Türkiye’de siyasal yönetmi ne olursa olsun, faşizm bile olsa, kendi çıkarları için, projesinin arkasında olacaktır.

AFL’liler de üçüncü bahar projesinin peşindeler. Ancak onlar alaturka beceriksiz. Bugün için 58 yaşında olanlar için, 9 yıl sonrasına vade veriyorlar. 1949 doğumlular için, yaşam beklentisi 50’nin altında. Sağ kalanlar için üstündedir ama her sene 1-2 tanesi ölüp gidiyor. Buna aymaksızın, hala projeyi destekliyorlar.

Yaşlılar iktidarına ve hegemonyasına ‘gerontokrasi’ deniyor. Bu da yeni bir gerontokrasi. Nasıl ki çevre kirliliğini bize ihraç ediyorlarsa, yaşlılık kirliliğini de bize ihraç edecekler.

Bu nedenle, buna ‘üçüncü bahar faşizmi’ diyoruz.

(25 Ocak 2007)

FAŞİZM NASIL YERLEŞİR?

Faşizm doğruların terkedilmesiyle yerleşir. Hitler, boşuna en büyük yalanı söyleyene inanılacağını vurgulamadı.

Türkiye doğrularını yitirmeye başladı. Hrant Dink’in ölümünde en temel doğrular bile ayaklar altına alındı.

Bilgi toplumunun faşizminin de, bilgilerin ölümü olacağı için, asılnda gelecek ve daha büyük faşizmin, prova niteliğinde ve daha küçük ölçekli bir örneğine giriyormuşuz hissindeyim. Bu şerhi de buraya o yüzden düşüyorum: Bunu ayırsamıştım anlamında…

(30 Ocak 2007)

EVE KAPANMAK

Kapitalizm insanların eve kapanmasını artık daha karlı buluyor. Yüzyıl önce pasajlar yoluyla açıkhavayı kapalı mekan haline getirip tüketimi arttırmıştı. Şimdi de, eviçi tüketimle bunu sağlıyor.

Da burada bir durmak gerekli.

Bu yaklaşımda kapitalizm ne yaparsa yapsın, aşağılamak gibi bir yaklaşım var. Faşizm bile tümüyle zararlı bir ideoloji değildi.

Kapitalizmin şimdiki momentini anlamaya çabalayalım:

Öncelikle kentler çok büyüdü. 10 milyon kişilik konser veya maç düşünülemez (ama 1 milyon kişilik olmuş, New York Central Park’ta). Bunu ancak naklen yayın yoluyla 100 milyon kişiye iletebilir ve satabilirsin. Bu nokta rasyonel.

Kapitalizm açısından rasyonel olmayan nokta ise, eviçi yaşamın kutsallığı nedeniyle, bu tarz yaşama girmenin yeni yalıtık ayrallar yaratacağı durumu.

Düşünün ki kötürüm veya üçüncü dünyalı biri bile tek başına Einstein olabilir. Üstelik çoğu durumda bunun için tek kuruş para ödemez. Bu yolun tıkanmasının nedeni ise, bir milyar kişinin bu yola sürüklenmesi.

Yine de eviçi yaşam, bireylere sokak yaşamından şimdilik daha çok özgürlük tanıyor, çünkü dışsal müdahaleyi sıfır yapmak seçeneği şimdilik mevcut.

(5 Şubat 2007)

GAZETE İNTERNET TİRAJLARI İÇİN İLGİNÇ BİR SAPTAMA

‘Alexa com’ diyor ki:

Türkiye’nin tüm gazeteleri, 2006’da 29 Ekim (Cumhuriyet Bayramı) ve 31 Aralık (Yılbaşı ve Kurban Bayramı) öncesinde, neredeyse yarı yarıya tiraj kaybetmiş.

Hızlı iniin başlangıcının vadesi 2 (iki) gün öncesi.

Türkiye’deki tüm büyük mağaza satışlarının da bu günlerde yapıldığı gözönüne alınırsa, ortaya oldukça açıkseçik bir tablo çıkıyor:

İnsanlarımız tüketicilik yaptıkları zaman, gazete okumuyorlar.

Bunun gazeteler için ne anlamı olduğunu bir düşünün:

Reklamların hiçbir anlamı yok. Ya da o zamanki reklamların bir anlamı yok. Varsa, o diğer 350 küsur gün için var. Dolayısıyla, tüketici eklerinin de hiçbir anlamı yok. (Şerh: Burada tüketicileri geleceğe koşullandırmak gibi bir niyet olabilir, bakınız: Marlboro üretimi öncesi Marlboro reklamları.)

İnsanlar, yılın 350 küsur günü düşünüyormuş gibi yapıp, 10 gün de ‘ayy, içim sıkıldı ayol’ deyip topluca eblehleşiyorlar.

İyi de ebleh insanlar yönetilemez ki alaturka faşist kardeşlerim ve Krupp özenticilerim.

Burada bir nokta. Bakalım, daha ne veriler mevcut.

(7 Şubat 2007)

ÜLKELİK ÜZERİNE

Öncelikle ‘ülke’ sözcüğü yeğleniyor, ‘vatan’ ya da ‘yurt’ değil. Devlet de değil. Anavatan ve anayurt kavramları da, devlet kavramları da yanlış anlatılarla dolu. Ülke bir coğrafya.

Bu ülkenin ve coğrafyanın bir değil, yaklaşık 100 halkı var. Yani, halklar ülkelerden çoktur; yani, dünyada 6.000 halk ve 200 devlet var. Yanısıra, 50 ülkede yaşayan halklar da var. Bunların ülke kurması, İsrail’in devlet kurmasına benzer: Katliamı batı yapar, toprağı doğu öder. Halkım Tatarlar, Kırım’da ülke kurmaya çabalıyor ama Dobruca’da (Tuna Deltası) kurmaya kalkışmıyor. Zaten bir Tataristan var, o da vassal ülke.

Ülkemiz olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne bakalım:

1. Dünya Savaşı ertesindeki ilk ateşkeste, İzmir’in ve Trakya’nın Yunanistan’a bırakıldığı ve Hatay’ın eksik olduğu bir harita var. (Araya Sevr haritası da giriyor.) Sonradan bu, oraları savaşla ve Hatay’ı oylamayla almak gibi gerçekleşiyor.

1974’te Kuzey Kıbrıs bize katılıyor. Ne zaman bırakacağımızı ben de merak ediyorum doğrusu. Hiç bırakmazsak, şaşmam.

Azerbaycan, Nahcıvan, Gagavuzistan, Acaristan bıraksak, bize gönüllü kendileri ilhak edecekler. Acaristan’ın Türk nüfusu içermediği, müslüman gürcü nüfus içerdiği de ilginç bir not olsun. Bunların dışında Köstence ve Üsküp bize katılmak isteyebilir.

Osmanlı’dan 40 küsur ülke çıkmış. Bunlardan bir tek Makedonya ile aramız iyi. Onları dünyada ilk tanıyan ülke bizdik.

Daha önce 15 devlet kurduğumuzla övünürüz de, onları yıktığımızla hiç övünmeyiz nedense.

Fransa gibi, kendi iç tarihinde süreklilik içinde, birden çok kez cumhuriyet, dolayısıyla devlet değiştiren örnekler de var. Bizse, 80 küsur yılda henüz Cumhuriyet’i gömemedik. Çok uğraşıyoruz ama Atatürk çok sağlam kurmuş demek ki.

Halkların tamamına yakını, her siyasal sistemde sudaki balık rahatlığıyla yaşayabiliyor. Çekler’e bakın: AB’ye karşı Rus füzeleri vardı, şimdi Rusya’ya karşı ABD füzeleri var. Çekoslovakya, Çekistan’a ve Slovakya’ya gönüllü bölündü.

Tabii, en zor konuya geliyoruz:

Ülkemiz üzerinde hak iddia edenler var. Önce Ermeniler hak iddia ettiler, beceremediler. Şimdi Kürtler ediyorlar, pek becerdikleri söylenemez.

Göründüğü kadarıyla, 1983-1999 arasındaki düşük yoğunluklu iç savaşı bu ülkenin Fetret Devri sayacağız ve yavaş yavaş 2. Cumhuriyet’e geçeceğiz.

(22 Şubat 2007)

KOMPRADOR SINIFININ İÇ ÇELİŞKİLERİ

‘Komprador sınıfı’ dediğimizde, 3 liberalizm dalgası ile geliri sürekli artan, nüfusun en zengin % 1’lik kesimini kastetmemiz gerekirdi.

Dolar milyoneri oranı %o1 ve bunların aileleri ortalama 3 kişilik olduğu için, % 1 yerine, reel %o 3 oranını kullanıyoruz.

Bunlar 500.000 dolarlık evde yaşayıp, 100.000 dolar civarında eden, 4x4 araba kullanan insanlardır.

Bunların iktidar kuruluşu olarak TÜSİAD’ı görebiliriz.

İşte bu kesimin ve bu kurumun, ilk libelarizm dalgasından beridir, bir iç çelişkisi var:

Ulusal sanayiciler ve montaj sanayicileri çatışması.

Zorlu, Şahenk birinci grupta; Koç, Sabancı ikinci grupta.

Birinci sosyal demokrat iktidarı yeğleyecekken, ikinci daima sağ, hatta uç sağ parti iktidarını yeğledi.

Yani:

CHP, MSP, MHP ve AP’den oluşan 4 partili sistemin ve % 80’lik sağ oy oranının müsebbibi, ikinci gruptur.

TÜSİAD askeri darbeleri de desteklemiştir.

Şu anki ayrımsa, başka alanda:

Ulusal bağımsızlıkçı grup ve AB’ci / mandacı grup arasında.

İkincisi şu anda daha güçlü görünüyor. Daha önce de öyleydi.

Ancak, bundan sonra militarist ekonomi ve Krupp tipi Uzan geliyor. Geldiydi de, önünü kestiler. Bir de Koç ve Sabancı, ordunun ısrarıyla, tank ve gemi üretmekten hiç hoşlanmadı.

Dikkatinizi çekerim:

Yeğledikleri ideolojinin bunu gerektirmesine karşın, onlar bunu yok saymakta. Militarist ekonomiyi kirli sanayi sayıyorlar. Bunun tek istisnası var: Çarmıklı ailesi ve Nurol Holding.

İşte bu iç çelişki, önümüzdeki yıllarda onları Türkiye’nin bölünmesini yeğlemeye ve bundan dolayı Nürnberg benzeri bir mahkemede yargılanmaya götürebilir. Onlar, bunun ayırdında olsalar da, kan kokusunun peşinden giden kurt gibi, para kokusunun peşinden gitmekteler.

Deniz de bitti, kara da bitti. Global neo-liberalizm kayaya toslamak üzere.

(24 Şubat 2007)

İNSAN HAKLARININ LÜMPENLEŞMESİ

Adam öldüren birinin, öldürülmemeyi hak etmesi çelişkili.

Hırsıza ‘hırsız’ demenin suç olması çelişkili.

Aflarla, krimanallerin kronikleştirilmesi çelişkili.

Çocukların insan dövebilip dövülememesi çelişkili.

Temel insan haklarında, inancın olup, inançsızlığın olmaması çelişkili.

Oy vermenin görev sayılıp, satılık oy olması çelişkili.

Say say bitmiyor.

Tüm bu çelişkiler, insan haklarını lümpenleştiriyor. İnsan olmayan yaratıklar insan sayılıp, asıl insanlar cezalandırılıyor.

Devletin ve yazının 5.000. yılındayız. Artık kavramlar berraklaşmalı.

Farklı 4 kültürel moda mensup kişilerin birbirinden, insan-şempanze veya dünyalı-marslı denli farklı olduğu ve aynı değer yargılarıyla tartılamayacağı anlaşılmalı. Anlamazsanız, BM’nin yıllarca yaptığı gibi, kadın sünnetini kültürel ve insansal hak sayarsınız.

(24 Şubat 2007)

PAZAR ve MARKET

Pazarlar hakkında epeyi yazdım. Ancak, uzun süredir ayırdında olduğum ama yazmayı eksik bıraktığım bir şey aklıma geldi:

Marketlerde, pazardakinden daha ucuza ve kaliteli sebze ve meyve bulunabiliyor.

Artı, pazarlarda pamuk ürünü herşey eskisine göre, çok çok daha fazla satılıyor. Artı, eski (1970’ler) GİMA gibi olmayan süpermarketler de, pamuk ürünü ve ayakkabı vesaire satmaya başladı.

Marketler neden daha ucuz olabiliyor?

Çünkü çok daha büyük miktarlarda alış yapabiliyorlar.

Marketler neden daha kaliteli mal satabiliyor?

Çünkü, taşıma ve koruma olanakları daha çok.

Buna karşın Migros şoklar, kalitesiz sebze ve meyveyi daha pahalıya satıyorlar. BİM’ler sebze meyve reyonu içermiyor. DiaSA’lar çok az çeşit içeriyor. Bu durumda mahalle süpermarketleri sebze meyveden çok kazanıyorlar. Düşünün ki havuç 50 YKR iken, soğan ve patates 1’er YTL (eskiden tam tersiydi).

O nedenle, her zaman olduğu üzere bir sebzeyi şu marketten, bir meyveyi bu marketten almak gerekiyor. Oran, hep vurguladığım üzere, 1/3 olabiliyor ki bu da epeyi tasarruf demek.

(27 Şubat 2007)

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN GELECEĞİ

Sivil toplum örgütleri derneklerdir.

Vakıflar o derneklerin finansmanının legal yoludur.

Türkiye’deki 80.000’i aşkın derneğinin tamamına yakını, semt ve/ya köy güzelleştirme dernekleridir ve çoğunluk örtülü kumarhane olarak işlev görürler. Onlar konu dışıdır.

Sivil toplum örgütleri, sivil itaatsizliğin bir tezahürüdür. Herşeyi devlete bırakan cemaat teslimiyetçiliğine karşı bir eylemdir. Zaten çoğunluk devletin onaylamadığı işler yaparlar. Bu onların yanlış, kötü, suçlu olduğunu göstermez.

Devletin merkeziliğinin azaltılması, yerel yönetimlerin çoğalması anlamına gelmez. Onlar da devlettir, yalnızca bürokrasileri farklıdır. Yani, yerel yönetimler sivil toplum örgütü değildir. Onların yapacağı işleri yapabilirler ama yine de yöneten-yönetilen döngüsünde yönetenlerin kategorisinde yer alırlar.

Meslek örgütleri, yasal zorunlulukla kuruldukları için, ilkede sivil toplum örgütü sayılmasa gerektir. Sivil toplum eylemleri gönüllülük ilkesine dayalıdır.

Sivil toplum örgütleri hayır işleme kurumları değildir. O işe yarayabilirler ama asıl işlevleri o değildir.

Sivil toplum örgütleri, bireysel inisiyatife dayalı bir biçimde, devleti dönüştürme işine yararlar.

Bugün dünyada ‘hükümet-dışı örgütler’ olarak bakılan sivil toplum örgütleri, darbelerden sonra, ‘örgüt’ sözcüğünü duyunca, hayaletmiş tepkisi veren halkımızın gözünde umacı gibidir.

Sivil toplum örgütleri anti-globalizmden, anti-neo-liberalizme dek her türden makro ideoloji üretebilir, üretiyor da zaten.

Mikro ölçekte ise en büyük işlevleri, anı anına kamuoyunun nabzını izleyip, doğru yer ve anlarda, doğru tepkiler geliştirebilme organikliğine sahip olabilmeleridir.

Sivil toplum örgütlerin işleyiş tarzının işe yaraması, otoriteye dayalı hiyerarşiden uzak durmalarıyla mümkündür.

Sivil toplum örgütleri ancak orta ve uzun vadede sonuç alabileceklerdir. Bugün Dünya’da ve Türkiye’de maç kısa vadede hezimetle yitirilmiş durumda.

Bu, sanılanın tersine umutsuz değil, umuda bile gerek duyulmayan özgür bir ortam sağlar.

Sivil toplum örgütleri, geleneğin doluluğuyla değil, bomboş bir gelecek yaratarak işlev kazanırlar.

Henüz doğmamışlara, bizim belirlediğimiz değil, tümüyle kendi belirleyecebilecekleri bir ortam yaratmak, sivil toplum örgütlerinin bir ütopyası olsa gerektir.

Sivil toplum örgütleri, pratikte şimdilik ne kadar küçük ölçekli olurlarsa, o kadar kolay sonuç alabilirler.

Sivil toplum örgütleri, yaşlıların değil, gençlerin, özellikle de üniversite gençliğinin ellerine bırakılmalıdır. Gerontokratlar, bu dünyayı bu hale getirmekle, ne yapamayacaklarını zaten çoktan göstermiş durumdalar.

Gençler gerçekçi olun, imkansızı isteyin.

Devrim bitmedi, devrimciler bitti.

Gelecek hep gelir ve uzun sürer.

Bahçe biziz, diken bizdedir.

(29 Mart 2007)

EVKADINI ve EVERKEĞİ

AB üyesi 25 ülkede evkadını oranı % 40-50 arasında imiş. En düşüğü, % 30 ile Belçika’da.

Tarihin 12.000. yılı ve orana bak.

Evkadını, eğer 2-3 çocuk sahibi ise, günde kesin 8 saattan çok ve haftada 7 gün çalışır.

Everkeği ise çok az. ABD’de 300 milyon kişide 159.000 kişiymiş. 1996’da ise 49.000 imiş.


Demek ki bu bir eğilim. Yine de bu gidişle ancak 30 yılda filan normalleşir, çünkü ancak o zaman 1 milyon kişiyi geçer. (Anormal biri olarak, nice anormalliklerimden birinin normalleşme süresini hesaplıyorum. Durum bakar mısınız?)

Bendeniz, kabaca 26 yıldır everkeğiyim.

Geçenlerde bir karı koca boşanırken hakim evkadınının emek hakkını kocanın gelirinin % 30’u olarak hesaplamış. (Bunu bilirkişiler bulmuş.) Demek ki everkeği olarak emeklilik hakkını kazanmış bulunuyorum.

Evkadını ise kocası ikinci ev alırsa, onu üzerine yaptırıyor. Böylelikle, dulluk ve boşanma sigortası olmuş oluyor.

Bense, değil bir eve, bir pansiyon odası kirasına fitim.

(17 Nusan 2007)


HİKİKOMORİ

Odasından çıkmayan 1 milyon Japon genci için bu deyim kullanılıyormuş.


İçlerinden bazıları suçlu oluyormuş.

Böyle olmalarının nedeni, taa bebek yaştan başlayarak anaokuluna bile sınavla girmeleriymiş.

Bunun anlamı şu:

Sizin oyununuzu reddediyorum artı iflas ettim.

Bizde de bunlardan milyonlarca var. Bizimkiler yumuşak idare ediyor.

İnternet kafeye gidiyor, saçlarını jöleliyor, futbol gazetelerinin 1 milyon tirajını yaratıp fanatik futbol hayranı oluyor, işsiz kalıyor, hiçbirşey öğrenmiyor, cep telefonu kullanıyor, ciks takılıyor.

Kapitalizmin birçok konuda yaptığı gibi, bu konuda da hesabı tutmadı.

Hem doğum oranı düştü, hem de doğanlar böyle oldu, çünkü onlara yaşanabilir bir yaşam sunulmadı.

İp gerilince, elbette bir yerinden kopar. Kopanlar da bunlar.

(7 Mayıs 2007)

TÜKETİM ÇILGINLIĞI

2006 yılında harcanabilir gelir 289,7 YTL iken, toplam bireysel borçlar bunun % 25,2’si olan, 73,6 milyar YTL olmuş.

Tasarruf oranı % 13’e düşmüş.

Toplam tasarruf ise 270,8 milyar YTL olmuş.


Tabii, bir de devletin devasa borçlarının tüketiciye vergi (çoğunluk KDV) olarak yansıması var.

Hane lideri başına, 4.000 YTL bireysel ve 20.000 dolar kurumsal borç.

Liberalizm aldatmacası bundan ibaret. Yediğin hurmalar, gün gelir götünü tırmalar.

(1 Haziran 2007)

HASTANELER 1

Son 1 yıldaki gözlük ve egzama nedeni dışında, son 30 yıldır hastanelere hep başkalarının sorunları nedeniyle gittim. 10’un üzerinde kez diyebilirim.

Kendim için o özel hastaneye (Göztepe American Hospital) 3 gidişimde kapıda viyolensel çalan kız beni deli etmişti, yani onu oraya koyanlar.

Halktan biriyim. En çok askeri hastanelere gittim. Devletin hastanelerinin durumu malum.

1997 civarında gittiğim, Alman Hastanesi’nin raporlarının, sigorta şirketleri tarafından reddi de malum bir durumdu.

Bugün ise, kayınvalidemin göğüs kanseri tedavisinde, kemoterapiden sonra, ışın tedavisinin gerekip gerekmediği konusu için gittim. Torpilli gittim. Doktor demokrat ruhluymuş, benden öncekileri 1,5-2 saat sırada bekledim. İyi ki de bekledim.

Gördüklerim korkunçtu: Hayır, hastanenin durumu değil, hastaların durumu korkunçtu. 1. Cumhuriyet’in eğitim ve sağlık siyasetinin iflasının kanıtıydılar.

Darma dumandılar, darma duman. Hani, ben de zamanında dağıttım ama bunlar acaipti. Eskiden hizmet kötüydü ve onların rezilliği görünmüyordu. Şimdi, hizmet iyi ama hizmet alanlar korkunç durumda.

Kendi aralarında hiçbir organizasyonları yoktu. 3 doktor vardı. Benim birini özellikle görmem gerekiyordu ama onların öyle bir zorunluluğu yoktu. Diğer 2 doktor gelip, kendi odalarına insan çağırdılar, giden yoktu.

Kantinde yığın yığış idiler. Hava feci bir yaz sıcağı idi. İnsanları sıraya sokana kadar anam ağladı. Hoş, eskiden onu da dinlemezler, yalakalığa vururlardı. Buna eskiden ses çıkaran olmazdı, şimdi var, dolayısıyla öpe öpe kuyruğun sonuna geçiyorlar. Ancak o havaya bakıp, ne halt yediğini bilen ve yutturmaya çalışan tavır yok mu, tut boğ.

Şişli Etfal, yılda 1 milyon, günde 2.700 hasta bakıyormuş. Bir fabrika demek bu, bir sağlık fabrikası. 2 saatta 10-15 kişiye baktılar ki bu olağan bir durum. Herşey yolunda aktı, gördüm ve dinledim.

Ara bir gözlem ve saptama: Doktorlar hastalara ve yakınlarına herşeyi açıkseçik söylüyorlar. Ümmiler bunu ayırsayamaz ama üniversite mezunları duydukları sözcükleri akıllarında tutup, akşam internette tararlarsa, herşeyi öğrenirler. Yapmazlar, çünkü korkarlar, ayrı konu.

Hastanın ölüm olasılığını sordum. Açıkseçik yanıtladı.

Yurdumun insanı feci durumda. Taa en baştan, cumhuriyetin alfabesinden başlayacağız. Bariz bir sonuç: Bu iş ancak elini taşın altına sokarak, siyasetle çözülecek.

Bakalım, göreceğiz. El mi yaman, bey mi yaman.

Dipnot: Hurdacı peşinde sokaklarda gece gibi geçiyordum ama bugün gece bana geçti. İyi zihinsel travmaydı doğrusu. Bana hala birşeyler öğretme sürprizini becerebilen, İstanbul sokaklarına çok puan.

(13 Haziran 2007)

HASTANELER 2

Bugünkü durak, Bağlarbaşı’ndaki Marmara Üniversitesi Vakıf Hastanesi, ‘Akademik Hospital’ (yazılış hatası onların) idi.

Doktor yarım saattan biraz daha çok geç geldi.

Bunun dışında herşey mükemmeldi diyebilirim. Çok açıkseçik konuştu. Yönlendirmede, ne ticari, ne de akademik rekabeti aklına bile getirmedi.

Hastane olmasına karşın, ne görüntü, ne koku, ne de sesler bir hastane gibi değildi. Bir tek doğramaları beyaz alüminyum yapmak yanlış bir seçim. Bir de mümkünse, alet edavatı gözden ırak kılmak mümkün. Eğitimsizleri korkutmaları mümkün.

Şişli Etfal’den sonra, 30 yılda gerçekten birşeylerin değişmiş olabileceğini düşündüm. Düşünün ki Bursa’da, en son model ışın terapisi aleti varmış ve bunu İstanbul’dan biliyorlar.

(15 Haziran 2007)

DÜNYA BORSALARI

En Büyük 10 Borsa 2005

Borsa adı               İşlem hacmi (milyar dolar)
New York               13.310,5
Tokyo                    4.572,9
Nasdaq                  3.603,9
Londra                   3.058,2
Frankfurt                1.221,1
Hong Kong           1.054,9
Madrid                   959,9
İsviçre                    925,4
Avustralya            804,1
Finlandiya             802,5

New York borsasının piyasa değeri de 13,3 trilyon dolar. Sanırım tablo değer demek. (Bakınız aynı sayfadaki resim-tablo.)


5 kıtada milyonlarca insanın 6 trilyon doları eriyip gitti. 35 trilyon dolarlık değere sahip New York Borsası’nda sadece % 1’lik kayıp 350 milyar doların uçup gitmesine neden oluyor.


(17.08.07, Vatan)

En önemli saptama şu: Oynamalar muazzam. G-8’e rağmen düşüşler ise insana gelecek için umut aşılıyor.

(17 Ağustos 2007)

İDAMLIK SUÇLAR

Adam öldürme
Ötenazi yaptırmak
İntihar ettirmek
Tıpsal ihmal
Trafik kazası
Uyuşturucu
Seks
Eşcinsellik (Müslüman)
Tecavüz (edilen de, Müslüman)
Zina (recm, kadın, Müslüman)
Sübyancılık (Müslüman)
Vatana ihanet
Linç
Düşünce suçları
Dolandırıcılık
Olağanüstü koşullarda yağma
Deprem (örnek)
Savaş suçu
Savaşta firar
Askerlikten kaçmak
Karaborsa
Casusluk
Yenilgi (Osmanlı)
İnsanlık suçu
Kütüphane yakmak (Milet)
İnsan kaçakçılığı
Panda öldürme (Çin)

Yorum:

İdam cezası suçu önler mi? Şu durumda kesin önlüyor: İdam cezasının infazını beklerken, hapishanedeki tüm suçlular aşırı gergin oluyor. Aynı duruma düşmemek isteği oluşuyor.

Genelde doğrudur: İnsanları idamlık suç işlemekten ölüm bile uzak tutamıyor.
(5 Ekim 2007)

GİDENLER

Odatv, Türkiye’de kalmayıp da, gidenler listesini vermiş:

Halide Edip Adıvar
Adnan Adıvar
Nazım Hikmet
Yılmaz Güney
Ahmet Kaya
Deniz Kavukçuoğlu
Cem Karaca
Nihat Behram
Melike Demirağ
Şanar Yurdatapan
Demir Özlü
Server Tanilli
Avni Arbaş
Sabahattin Ali


Düzeltme: Sabahattin Ali gitmedi, Türkiye’de öldürüldü.

Listeye biz de yeni adlar ekleyelim:

Sabiha Sertel
Fakir Baykurt (Almanya’da Türkiye’de yazdığı kadar daha yazdı)
Fikret Mualla
Komet
Muzaffer Şerif
Niyazi Berkes
Nihat Ziyalan

Siz de zihninizden adlar ekleyin.

Artı:

12 Eylül’den sonra gidenlerden 30.000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.

Brezilya Merkez Bankası eski başkanlarından biri Türk idi ve askerlik yapmamak için Türkiye’den ayrılmıştı.

İş bulamadığı için, 1 milyon kişi yurtdışına gitti ve oralarda yerleşti.

Beyin göçü olarak 10.000 akademisyen gitti.

Anketlere göre, gençlerin yarısı bu ülkede yaşama istemiyordu, AKP’den önce, onu belirtmiş olayım.

Ben gitmedim, gidemedim, o nedenle kalıp, bana yaşamı haram edenlere, cenneti haram edeceğim.

Gidenleri haksız bulanlara çok gülüyorum, onlar da küçük şeytanlıkları hak ediyorlar. Kısmetlerine ne düşerse artık...

(19 Aralık 2007)

OLASI BAŞLIKLAR

Murdoch’un Azaltılmış Başlıkları ( 9 ana alan ve 100 örnek madde)
Sibernetik Kültüroloji 1 + 2
Analitik Kültüroloji
Sentetik Kültüroloji
Kitle x Entellektüeller
Kitle x İktidar Seçkinleri
Gündelik Yaşam x Bilim-Sanat-Düşün +
Gündelik Yaşam Neden Çok Yavaş Değişir?
Gündelik Yaşamın Toplumsal Değişime Etkileri



Dipnotlar ve Kaynakça

[1] Estetik ve Politika, derleyenler: Rodney Livingstone, Perry Anderson ve Francis Mulhern, çevirenler: Ünsal Oskay, Taciser Belge ve Bülent Aksoy, Eleştiri Yayınları, Eylül 1985, 327 sayfa. Kitap, konunun elkitabı durumunda. Aradan altmış yıl geçtikten sonra bile, metinlerdeki bazı tartışmalar bizde yeni yeni başlıyor, hatta başlamadı bile.
[2] İktidar Seçkinleri, Wright Mills, çeviren: Ünsal Oskay, Bilgi Yayınevi, Ağutos 1974, 584 sayfa, sayfa: 97-127. ‘Ünlüler’ bölümü. Kitabın yazılış yılı 1966’dır. Oradaki ünlüler, daha çok bizde ‘sosyete’ denilenler türündendir. O yıllarda en çok para kazananlar arasına mankenler ve sporcular henüz girmemişti. Bir de onlar, ‘avam’ sayılarak gündeme dahil edilmezlerdi.
[3] Üstelik ‘gerontokrasi’ denilen, yaşlıların yönetimi, gücü, iktidarı anlamına gelen bir tanım da var. Tüm birbirine karşıt siyasal sistemlerde, baştakiler 60’ının üzerindekilerdir.
[4] Milena, Margaret Buber-Neumann, çeviren: Sıdıka Orhon, Afa Yayınları, Eylül 1991, 248 sayfa metin + 8 sayfa fotoğraf. Kafka’nın çevirmeni ve bir zamanlar sevgilisi olan Milena, bunu kitabın yazarına aktarmış. Belirmekte yarar var: Kafka’yı en az anlayan insanlardan biri imiş Milena.
[5] Mutsuzluğa Doyum (asıl adı: Gönülsüz Mutsuzluk), Peter Handke, Ada Yayınları, 1985, 140 sayfa. Handke, annesinin Nazi törenlerinde ne kadar mutlu olduğunu anlatır ama sonunda annesi intihar eder ve bu kitap da öylece yazılır. Anarşist yazar Feyerabend’in annesi de, benzer koşullarda intihar etmiştir, yani olay münferit vaka değildir. Bizde, durumları çok daha umutsuz olan 20 çocuklu evkadınlarının değil de, gençkızların intihar etmesi ilginç bir durum oluşturdu.
[6] Gövdesine meta parçaları monte etmek türü davranışlar, çileci sayılmıyor. Aynı insanlara, ağaç dikmek için üç saat çukur kazdıramazsınız, sızlanırlar.
[7] Yalnızca 2000 yılında ithal arabaya 5 milyar dolar ödendi. ‘Türkiye üretimi’ denilen arabaların da, hemen hiç bir parçası burada üretilmiyor.
[8] Şimdiki cumhurbaşkanımız, o çok hukukseverliğine karşın, o üyelerle birlikte yıllarca çalıştığı gibi, bir de kendisinin yerineki üyeyi 2000’in ikinci yarısında yine kendisi atadı. Sonra da bunun da hukukdışı olduğuna ilişkin bir demeç verdi.
[9] Son bir yılın gündelik gazetelerinden başlıklar. Gerçeklik katsayısı, bin ile milyon arasında düşünülmelidir. Bir de, yayınlanma hukuku sınırları hesaba katılarak bazı alıntılar atlanmıştır.
[10]  1844 El Yazmaları, Karl Marx, çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, Temmuz 1976, 452 sayfa.  Özellikle ‘Burjuva Toplumunda Paranın Erki’ makalesi, bir Brecht şiiri denli epiktir. Ancak, yüzyıllar öncesinde Fuzuli’nin ‘selam verdim, rüşvet değildir, diye almadılar’ deyişini anımsamakta da yarar var.
Bir şerh: Marx’ın 20. Yüzyıl’ın oldukça ileri yıllarında (1930’larda) ilk kez SSCB’de ortaya çıkan bazı eserleri bende hep kuşku uyandırageldi. Sıfırdan yazılmasalar bile, bazı düzeltmeler olduğu kanısındayım.
[11] Bu girdaba bizden önce, global nüfusun % 10’unu oluşturan G7 nüfusu düşmüştü. Onlar, bizden kabaca 50 yıl ilerideler ama fiili hiçbir önerileri olmadı. Kendi hesabıma, Kafka okumamış, Fassbinder seyretmemiş çok Alman tanıdım. Güney’de gördüm, zaten okumuyorlar bile... Ha, çözüm yok mu? Var tabii, arayan için ama…
[12] Hermeneutik Üzerine Metinler, derleyen ve çeviren: Doğan Özlem,  Ark Yayınları, Ekim 1995, 277 sayfa. Yorumbilimin tüm metinleri, post-modern dönem içinde seyreder. Geçici dengeler, kalıcı tanımlarla karşılanmaz.
[13] İşbu yazarın eki.
[14]  Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin, çeviren: Nurdan Gürbilek, Şubat 1993, 187 sayfa, sayfa: 41. Burada iki farklı metin parçacığı ve paragrafa ait olan üç tümce, tam da Benjamin’e uyacak biçimde alıntılanmış ve yeniden kurgulanmıştır.
[15]  Yeni Orta Çağ, Alain Minc, çeviren: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Yayınları, Ekim 1995, 224 sayfa. Bu kaçınılmaz bir durum değildi. Avrupa, kültürel durağanlığını kürelleştirmek istediği için sorun var.
[16] Geliyorum Diyen Faşizm, Jacques Juillard, çeviren: Zafer Üskül, Afa Yayınları, Ekim 1994, 135 sayfa. Sorun yalnızca, ex-Yugoslavya savaşları değil. Türkiye-AB ilişkileri de, Stalin-Hitler detantından 60 yıl sonra, çift taraflı faşizme ironik bir örnek oluşturuyor. Ayrıca, kitabın adı ‘Geldim Diyen Faşizm’ olmalıydı. Bir önceki kitapla birlikte ikisi, tarihin ipini çekiyor.
[17] Fahrenheit 451, Ray Bradbury, çevirenler: Zerrin Kayalıoğlu ve Korkut Kayalıoğlu, İthaki Yayınları, Haziran 1999, 238 sayfa. Yazının icadından 6.000 yıl sonra Birinci Dünya’da bile insanlar yılda 10 kitap okumuyorlar. (Satışlar böyle söylüyor.) Kitap yakılmasıyla okunmaması arasında pek bir ayrım yok. Bizde de, ‘kitap okunmuyor’ geyiği var. Öyle demezsin. Ya ‘kitap okuyorum’ dersin, ya da ‘kitap okumuyorum’ dersin.
Okumanın cehalet alıp, eşekliği baki bırakması ise, apayrı bir konu ki bu metin dışında kalıyor.